Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Büyümek, âşık olmak, değişmek, kaybetmek… Ne ‘tuhaf şeyler’!

Herkesin zihninin bir köşesinde ‘çocukluk arkadaşları’na ayırdığı ufak bir oda vardır. Odanın içindeyse ‘büyümek’ denilen garipliği beraber tatmaya başladığı bir grup insan, hiç büyümeyeceklermiş gibi durur. Memuriyet hikâyelerinden geçilmeyen, her çocuğun birkaç çocukluk yaşadığı Türkiye gibi bir ülkede, birden çok oda bile açılır ‘çocukluk arkadaşları’na. Her odada başka bir arkadaş grubu bekler durur. 

Benim de zihnimin köşe bucağında sakladığım arkadaşlıklarım var. Yarım yamalak hatırlayabildiğim eski evlerin komşuları; 6’ncı sınıfa geçerken okul değiştirenler; birkaç maçlığına da olsa takım arkadaşı olduğum başka çocuklar… Her biri, hiç bitmeyecekmiş gibi başlanıp, kişisel tarihe karışmış arkadaşlıklar, elbette. Bazılarıysa hâlâ devam ediyor gerçi; fakat onlar, azgın azınlıklar. 

Tabii ki çocukluk arkadaşlıklarının ölümünden çocuklar sorumlu değil. Onlar, affedilemez günahlar işlemiyor, birbirini aşağılamıyor, hor görmüyor. Ebeveynler taşınma kararı alınca verilen ‘’Biz seni yine arkadaşlarına getiririz,’’ sözü unutuluyor. Ya da ‘büyünüyor’… 

İlk sezonu 2016’da çıktığında Netflix’in dünya sahnesinde gücünü en çok artıran dizilerden biri olan Stranger Things, fiyasko ikinci sezonundan sonra hâlâ kendini terk etmemiş izleyicilerine, geçtiğimiz günlerde yayınlanan yeni sezonunda bir ‘büyüme’ hikâyesi sunuyor aslında. Canavarlarla savaşan çocukların, herkesin yakından tanıdığı bir öyküsü kuruluyor. Elbette kurgunun ana ekseni yine birtakım korkunç yaratıkların kahramanlarımızın yaşadığı Dawkins kentine dadanması ama bu aksiyonun bir noktadan sonra kabak tadı verdiği ikinci sezonda görüldü. Yalnızca canavarlarla dövüşmek, basit bir Michael Bay çekimi kadar iş görüyor, oldukça basit kaçıyor. Oysa Stranger Things’in ilk sezonunda çizdiği ‘çocukluk arkadaşları’ tablosu ve akla kazınan tiplemeleri, Bay’in ötesini vaat ediyordu izleyenlere. İkinci sezonun veremediğini, üçüncüsü verdi bir nevi. 

Mike, El, Dustin, Lucas ve Will’in (ve aralarına sonradan katılan Max’in) dostluğunu bize dizi -ister istemez- takip ettiriyor. Birinci sezonun başlangıcında, Mike’ın evinin bodrumunda Dungeons and Dragons oynayan çocuklar, ikinci sezona bir atari salonunda giriyorlardı. Değişmiyorlardı. Fakat üçüncü sezonun öncesi, ilkokulun sonuna, mezuniyet balosuna denk geliyor. Kentin tepesinde tekrardan beliren ne idiğü belirsiz canavar değil, o mezuniyet gecesi işleri değiştiriyor aslında. İkinci sezonun karakterlerde hiçbir gelişmeye yer vermeyen statikliği, o geceyle kırılıyor. Tabii bunu anlamak için izlemeye devam etmek gerekiyor. 

Çocuklar büyüyor. Zira son sezonda, ilk defa kız arkadaşları olan, öpüşen, sevgili kaprisiyle tanışan acemi ergenler çıkıyor karşımıza. İlgi alanları sivrilmiş, Dustin bilim üzerine bir yaz kampına gidip gruptan uzaklaşmış, sevgilisi olmayanlar yalnız kalmış. Örneğin, Dungeons and Dragons oynamak için tekrardan bodrumda buluşan erkek arkadaş grubundan Mike ve Lucas yalnızca kız arkadaşları hakkında konuşmak isteyince Will bozuluyor, küsüyor, oynamıyor! Mike’ın cevabı, mevzuyu özetliyor: ‘’Her şeyin aynı kalacağını mı zannediyordun?’’ 

İlkokulu yeni bitirmiş çocuklar için hiçbir şeyin aynı kalamayacağını gösteriyor Stranger Things. Hikâyeyi izlemeye değer kılan da bu. 2016 yılında tanışıp çok sevdiğimiz tatlı çocuklar, zaman geçtikçe -gerçek hayatta olduğu gibi- büyüyorlar. Aslında dizi adına da risk teşkil ediyor bu durum. Sonuçta dizinin ana çekim noktası hep Mike’ın bodrumunda buluşan çocuklar oldu. O çocukların naifliği ve karikatürize edilmiş gerçeklikleri izleyiciyi diziye zaman ayırmaya ikna etti. Bu anlaşma bozulursa izleyici de kaçıp gider mi? İkinci sezonun tekrarını yaşasaydık, her şeyin aynı kaldığı, ilk sezonun matematiğinin yinelendiği yeni bir ‘yaratığı dövün’ öyküsü izleseydik, zannediyorum ki Stranger Things’in son kullanma tarihi dolacaktı. Üçüncü sezon, son bir şans tanıdı diziye. Hikâyeye yeni bir kaldıraç geldiği için dizi tekrardan izlenebilir kılındı. 

Yoksa, öyküye görünürdeki ana taşıyıcı kolonundan, aksiyon dolu kurgusundan bakınca -ikinci sezonda olduğu gibi- yine izleyiciyi doyuran bir bütünlük çıkmıyor karşımıza. Hikâye aksıyor, karakterler de senaryo da sığlaşıyor, klişeye kaçıyor. Evet, tüm zamanların en çirkin canavarı var karşımızda; evet, bir ordu toplayıp hepsini yutarak büyüyor; evet, Eleven yine doğaüstü güçleriyle herkesi kurtarıyor; ve yine evet, çocukların çocukça fikirleri, işe yarıyor… Havai fişeklerle dayak yiyen koca çirkin bir ‘şey’ görmek belki birkaç saniye izleyiciye keyif veriyor olabilir ama aksiyonun arka planı zayıf olunca, öyküsü de anca o birkaç saniyeye hakim olabiliyor. Canavar hâlâ anlamdan ve bağlamdan kopuk, Dawkins’teki Starcourt AVM’sinin altında portal inşa eden Sovyetler’in amacı belirsiz, Eleven’ın güçleri tanımsız… 

Fakat çocukların büyük düşmanı olan canavarın hikâyeye katkısı, yeniden ‘büyümek’ mevzuunu açıyor çünkü canavarın varlığı, çocukları büyümek zorunda bırakıyor. Max’in abisiz bir yaşama başlaması, Will ile Eleven’ın şehri terk etmesi, böylece grubun dağılmaya başlaması, Mike’ın ilk aşkından Will’in ise tek arkadaş grubundan ayrılmak zorunda kalması… Aslında doğaüstü, hiçbir inandırıcılığı olmayan (ve olması da gerekmeyen) bu mide bulandırıcı yaratık ve dizinin bütün diğer ‘canavarları’, devletler, bürokrasi ve aile, çocukları büyütüyor, değiştiriyor. Dövüşün sonu, hikâyenin sonuna denk düşmüyor.

Devlette cisimleşen kokuşmuş otorite timsalinin Sovyetler ya da Amerika olması, pek bir şey değiştirmiyor dizinin işleyişinde. Sonuçta devlet aygıtı, kendi doğruları olan ve bu doğrular uğruna herkesin kötülüğüne sebebiyet verebilecek kadar kör bir ‘canavar’. Aile, kendi değer yargıları üzerinden çocuklarına şekil vermeye çalışan, rasyonaliteden uzak, sınırlandırıcı başka bir ‘yaratık’tan farksız. Çocukların görevi de bütün ‘kötülere’ karşı durmak, onlarla savaşmak. Fakat savaştıkça yara alıyor, yara aldıkça büyüyor, büyüdükçe değişiyorlar. Böylece hikâye anlam kazanıyor, ‘’Bırakın büyüsünler’’ denilecek noktaya varıyor. Büyüsünler ki izlemeye değer bir hikâye çıksın ortaya… Zaten hikâyeyi yalnızca ‘yaratıkla mücadele’ üzerine bina ederek aynı senaryo kaç kez tekrar edilebilir ki? Öykü de bu değişime doğal olarak ihtiyaç duyuyor.

Diziyle tanıştığımız çocukların birer karikatür tiplemeler olmanın ötesine geçmesi de bu değişimi izleyicinin gözüne sokuyor. ‘Tatlı çocuklar’, ‘sivilceli nerd’ler’ ya da ‘yakışıklı zorbalar’ klişelerinin üzerine gidiliyor üçüncü sezonda. Caroline Framke’nin Variety’de dikkat çektiği gibi diziye yeni sezonla katılan Robin karakterinin okulun zorbasına değil, zorbaya yanık bir başka kıza âşık olması, bunun en belirgin örneği. Üstelik bütün bir sezon boyunca izleyenler, hikâyenin klişe aksine inandırılıyor. Bir yandan da dizinin ana zorbası Billy’nin aslında acıklı bir özgeçmiş üzerine inşa ettiği ‘sağlam’ kişiliği anlaşılıyor. Bu arada da çocuklar, kendi kişiliklerini anlamaya çalışıyorlar. Büyüyorlar. 

Şimdi, sağda solda zihnimin yarı-karanlık bölgelerine hapsettiğim çocukluk arkadaşlarımı görünce anlıyorum: Bazı arkadaşlıkların son kullanma tarihleri var sahiden. Birbirleriyle anlaşamayan, ilgi alanları hiçbir şekilde örtüşmeyen, değer yargıları farklı uçlara savrulmuş ‘büyüklere’ dönüşüyor zamanla çocuklar. Büyüyorlar. Mike’ın Will’in yüzüne vurduğu gerçekle yüzleşmek gerekiyor: Hiçbir şey aynı kalmıyor… Ama hikâye, aynı kalmadığı sürece izlemeye de yaşamaya da değiyor. 

 

DERİN KOÇER



YORUMLAR




DİĞER HABERLER