Poyraz Karayel benim hayatım için de ilginç bir dizi.
Yazıları hep aksayan, tökezleyen, sonundaysa yerini bulan- her nasılsa.
16. bölümü İstanbul’da seyrettim. O sırada yazmayı düşünemeyecek kadar karmaşıktı kafam, yatak ve yanımdaki kişinin ruh hali.
17. bölümü ise Ordu’da, tiyatro oyunu provalarımın molalarına paylaştırarak seyrettim.
18. bölüm İzmir’de, turne için gittiğim bir konukevinde buldu beni.
Son bölümüyse, nihayet, evimde canım epey sıkkınken seyrettim.
Böyle dökümü yapıldığında pek acayip bir tablo gibi görünüyor değil mi?
O yüzden diyorum ya, Poyraz Karayel benim hayatım için de oldukça ilginç bir dizi.
Neden böyle olduğunu en yakın gelecekte öğrenmeyi umarak, dört bölümün tamamı hakkında bir şeyler yazmaya çalışacağım. Umarım başarılı olurum.
Ikinci sayfa
Sonunda diye diye Sinan’ın annesini sahalara döndürdüm. Kerelerce söyledim ama olsun, herkesin isteği istediği ilk anda gerçekleşmiyor sonuçta.
Begüm öyle bir döndü ki size anlatamam. Beklediğim performansın şimdilik yanından bile geçmiyor olabilir ama başlangıç için hiç de fena değil. Hem Ayşegül und Poyraz aşkının göbek deliğine daldı, hem de babası ve annesine ayarı çekti. Her iki ikilinin de ayarlarıyla oynadı. Olaya Sinan’ı Poyraz’a karşı kullanmaya çalışmakla başladı. Fakat şuursuz tavırları ortalığı biraz daha karıştırdı. Bana sorarsanız en etkili tavrı, Ayşegül’ün hizmet verdiği kliniğe gidip onu rezil ederek sergiledi tabii ama orada da sınırı epey zorladı. Etkili miydi? Evet. Fazla mıydı? Kesinlikle! Ayşegül’e yapılır mı bu yahu? Bununla da kalmayacağa benziyor durum, çok daha ileri gidecek. Poyraz ve Sinan’la yemeğe çıkıp, bir de bunu Ayşegül’ü kıskandırmak için kullanması ise takdire değerdi. Begüm her durumu itinayla kullanmayı başarıyor. Benim kötülük sever tarafımın takdirini de tam bu anda kazanıyor.
Ünsal ve Canan ikilisine karşı tavırları ise beklediğimden öte çıktı. Ayrıca Begüm’ün hayat çizgisinin kırıldığı noktalardan birinde Ünsal’ın başparmak izi olduğunu düşünüyorum. Ünsal, vaktiyle Begüm’e, kızına, öz kızına fena şeyler yapmış olmalı! İnsanın, karşısındaki Begüm dahi olsa, içine dokunuyor. Kanına dokunuyor.
Utanmasam Begüm’e ağlayacağım.
Ağlamakla utanmayı yan yana yazdığım için ağlayamıyorum.
Yoksa Begüm de fena halde yaralı, son derece kırılmış, kalbi darmadağınık, tıpkı eski bir Yeşilçam filminde yere atılıp kırılmış vazonun haleti ruhiyesi içerisinde. Ailesinin dahi istemediği yetişkin bir kadın olmak- nasıl tamamlanır bu tümce?
Sonra da oğlunu alıp yurtdışına kaçmaya çalışmalar filan- Begüm, yaşama mandalla tutturulmuş, herhangi bir rüzgârda mandaldan akıp gidebilecek kadar bağları kuvvetsiz bir kadın. Önceden sahip olduklarını yeniden kazanmaya çalışıyor şu an. Ve belki de, gerçekten, Poyraz’ı sevdiğine inandırıyor kendini kimileyin. Bazı zamanlarda. Bazen.
Zülfikar und Çiğdem aşkı son sürat koşuyor. Engelleri aşan atın çılgınlığında sürati devamlı artıyor. İvmesi kendinden. Zülfikar und Çiğdem, Çiğdem und Zülfikar olurlar mı derken sonunda olduklarını görüp heyecanlanmamak elde değil. Ama onların aşkı için de ufak bir giz var dizide, Çiğdem’in oynadığı dizinin adı: İmkânsız Aşk. Evet, o ikisi birlikte olabilirler dedim ama aşklarında yolunda gitmeyecek bir şeyler olacağı ortada. Bunun en büyük tezahürlerinden biri pek tabii Çiğdem’in babasının Zülfikar’ı dövdürtmesi. Bu esnada da Zülfikar’ın, o adamın sesini bir yerden tanıdığını bağırıp durması. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz diyenleri boşa çıkarmamak için, buradan bir hikâye fırlayacağını şimdiden müjdeleyeyim. Çiğdem ve Ayşegül arasında benzerlikler kurmak, kurmaya çalışmak, kurdukça üzülmek o kadar da sıra dışı, absürt olmaz sanırım. Sanırım değil, olmaz kesinlikle.
Bu aşkta hayran kaldığım kişi Çiğdem- onu da söyleyeyim ama. Kendini kenara ayırıp aşkının, duygularının peşinden koşması, gazetelerin uyduruk manşetlerini görmezden gelmeye çalışırken dahi babasına yakalanıp bir nevi tehdit alması ama bunların hiçbirine pabuç bırakmaması, hatta Zülfikar’ı aile kahvaltısına davet etmesi- işte aşk budur. Beklediğim, beklenen şey budur! Alkış!
Alkış!
Dizinin en şizofren karakterine gelecek olursak, bakınız Zafer, orada da işler hiç yolunda gitmiyor. Zafer’in adımlarını hem çok hızlı, hem çok sık hem de çok ilerilere atmasından mütevellit kurşunlandı geçen bölümlerden birinde. Biliyorsunuz. Ama ölmedi, ne yazık ki ve iyi ki. Yoksa dizinin aksiyon kısmı biraz değil, son derece yavanlaşırdı. Ölmedi.
Öldürmeyen acı, pardon nefret diyecektim, daha da güçlendirir mantığıyla yaklaştığımızda Zafer’in gelecek planlarının daha da acımasızca olacağı gün gibi. Gece gibi. Öylece ortada.
Anlayamadığım nokta, intikamın klinikteki Oğuz’un (ismi içime ne de kadar da dokunuyor, acaba neden, neden, neden?) babasıyla ilintisinin ne olduğu. Onu da bekleyip mi göreceğiz?
Ayşegül’e gelelim şimdi.
Ayşegül dizi ilerledikçe biraz daha karakterini dönüştüren biri. Şöyle ki, her bölümle birlikte ruhunun fay hattını çatlatan travma onu daha güçlü kılıyor. Bununla da kalmayıp daha korkusuz, daha plancı, daha kuşkucu ve daha çılgın biri haline getiriyor. Zafer’in kim olduğunu öğrenmesine rağmen onun yanından ayrılmayışının altında da bu sıfatlar yatıyor. Uyuşturucu satıcısı Zafer’i “yok etmek” için elinden gelen her şeyi yapmak istiyor. Yoksa uyuşturucudan ölen kardeşinin, geceleri rüyasını kâbusa dönüştüreceğini pekâlâ biliyor. Üzüntü, sahibini nefrete dönüşerek avutuyor kimi zaman.
Aşk halleri ise Begüm’ün gelmesiyle kıskançlığın etkisi altına girdi. Sinan’dan yavaşça uzaklaştırılması, Begüm’ün kıskandırıcı tavırları- Poyraz’la birlikte giriştikleri cesur ve çılgınca planlar! Hangisi daha önemli? Pek tabii aşk, maşuğun aşığa yol alırken başka kimseyi çoğu zaman görmemesi haliyse eğer, Sinan bu durumda Begüm’e biraz daha yakın duruyor. Yani Poyraz und Ayşegül olmaları için Sinan’ın kenarda durması da, içerde olması da, çemberin çizgisinde yol alması da pek önem arz etmiyor. Ama şu iyi tahmini de sizinle paylaşmaktan mutluluk duyarım: Begüm, şimdiden fark edildiği üzere finalde kaybeden taraf olacak. Geriye Poyraz und Ayşegül ve Sinan üçgeni kalacak, üçgen çeşitkenar.
Ayşegül’ün son birkaç bölümdür yaşadığı en büyük travma ise ne Zafer ne de Begüm’ün geri dönmesi… En büyük travma: Sema’nın babasını Bahri’nin, yani kendi babasının öldürdüğünü öğrenmesi. Bahri, Ayşegül’ün gözünde kazandığı bütün karizmayı bir kez daha, en derinden bir maket bıçağıyla çizdirdi. Karizmayı kanattı. Yazık oldu.
Bahri Umman’ın en büyük çıldırışına tanık olduk bu arada.
Arabasının bagajına konulan uyuşturucu sebebiyle kodese girdi, çıktı. O arada kodesteyken gidip Zafer’i vurdu. Kodesten kurtulduğunda gidip Sema’nın silahının hedefi oldu. Ne çekti yahu!
Espri bir yana, Bahri Umman açısından hikâye epey hareketliydi. Neyse ki vurulmadı da öldü mü yoksa ölmedi mi derdine düşmedik hiç. Kalbimiz rahattı.
En büyük çıldırışına dönecek olursak, Sema’nın babasının katilini öğrenmesi sonucu yaşadığı travmayla ortalığa birbirine katması ve bunun sebebiyle herkesin birbirine girmesi- işte bu sustuklarını bağırmasına neden oldu Bahri’nin. Yeter, dedi. Susun, dedi. Çekti gitti kısa bir süre. İçi serinledi.
Bahri’nin, Sema’nın bunca bölümdür nerede olduğunu bilmediğimiz ve varlığı hakkında sinyal dahi almadığımız annesinin yanına gidip onunla konuşması ise öldürme olayının altında başka sebebin yattığını hissettirdi hepimize. Hissettirmekten öte, gerçekten kabullendirdi. O kadının bunca bölümdür nerede olduğunu umursamadık bile. Yoksa ben yine mi bir şey kaçırdım?
Sema, o yaralı kadın. Hangi cümleyi kursak eksik kalacak onun için. Çünkü babasının katilini öğrenene kadar kalbinin rotası Bahri’ye göreydi, odağı oydu. Şimdiyse hayatının en büyük travmasının nedeninin hayatında en çok sevdiği kişilerden biri olduğunu fark edip yaralarını kaşıdı. Neyse ki bu esnada yaralarını iyi edecek Sefer gibi biri var da, içinin tavan arasını toparlayabilecek. Bu arada şunu da es geçmek istemem: Mümkünse Sefer und Sema öpüşmesinler. O çifti öpüşmeyen, öpüşmeyecek bir çift olarak tahayyül ettim hep. Her nedense.
Öpüşmeleri kalbimde bir noktaya dinamit koydu, utanmadan bir de patlattı.
Her neyse.
Sema und Sefer olabilmeleri için, Sema’nın Bahri’nin evine geri dönmesi gerekecek. Dönmezse hem sevdiklerini hem EN SEVDİĞİNİ kaybedecek.
Şu konuda da hakkını hemen ödemek gerek: Bahri’nin karşısına geçip silahı onun alnına dayayacak kadar yürekli ve nefretinin, intikamının peşinde koşacak bir kadın. Şimdi tek sorun, onun hangi tarafta yer alacağı? Bahri’nin yanında olmazsa, Sema başka ellerin yolcusu, bildikleriyse en büyük tehlike.
Malumunuz, evde bir sincap, evde bir kulak, evde bir ne olduğunu hatırlayamadığım jurnalci var. Herkes bir başkasından şüphe ediyor ama gerçekte o kişi Songül. Şimdi olayın çözümünü yapacağım, neden kimse ondan şüphe duymuyor onu yazacağım ve Songül’ün bu olayın içine düşmeden ve düştükten sonraki ruh halini ortaya saçacağım. Bu arada hatırladım, köstebek deniyordu jurnalciye.
Songül birkaç yazıda daha sözünü ettiğim üzere tehlikeli suları kulaçlamaya başlayan, bunu bir şekilde gizlemek zorunda kalan, aksi takdirde ölme korkusuyla yaşayan bir kadın. Karnındaki bebeğin babası Sadreddin olmadığına ve doktorun da bir şeyler bildiğine göre, gizlediği gerçek muhtemeldir ki başkasının spermiyle hamile kalması durumudur. Şimdi de bunun korkusu, Mümtaz’ın öğrendiği gerçek ile Songül’ü tehdit etmesi Songül’ün daha da köşeye sıkışmasından başka bir şeye neden olmadı. Ama demiştim, Songül, batmakta olduğu bataklığın dibini görmeden ya birkaç kişiyi daha beraberinde götürmeye çalışacak ya da olayları daha da karıştıracak. Tarzı bu. Belli etmese de içinde sindirmeyi başaramadığı pişmanlıkları, kıskançlıkları, itirazları ve kabullenemediği durumlar var.
Şüphe konusu kişilerin Poyraz ve Sema olması ise işin komplike tarafı. Zira Sema’nın öğrendiği gerçekle karşı tarafa çalışmaya başladığından ve Poyraz’ın da polisle işbirliği yaptığından kuşkulanılması o kadar da mantıksız şeyler değil. Ama tek etken, o ikisinin haklı gibi görünen nedenleri sergilemeleri ya da şanssızlıkları değil.
Neden: Tanımak.
Tanımak, tanıdığın kişiyi yanlış tanıma kuşkusunu da beraberinde getiren ve bunu büyüten bir eylem. Bir dönem. Tanımamak ise şüpheyi, çoğu zaman, en aza indiren bir durum. Songül bu açıdan şanslı, evdeki hiç kimse –kocası dâhil- adamakıllı tanımıyor onu henüz. Sema ve Poyraz ise içlerini o evdekilere açtığı oranda yanlış tanınma, güvenilmeme tedirginliğini de geliştiriyor evdekilerin zihinlerinde. Böyledir bu. Bazen tanınmamak, tanınmaktan daha güvenli olur. Songül bir süre bunun avantajını yaşayacak. Ve pek tabii Poyraz, o ağaç kesme, kereste doğrama makinesinin altından kurtulmayı başaracak.
Söz Songül’den açılmışken- Sadreddin’in, Bahri Umman hapisteyken herkesi yönlendirmeye çalışması ve tavırları, babasının koltuğuna oturması orada gözü olduğunu ve güç dengelerinin değiştiği ilk anda her şeyi yapabileceğini hissettirmedi mi kimseye? Sadreddin böyle biri. Doktoru öldürdüğü gizini saklamaya çalışırken, kişiliğini gizlemek konusunda pek başarılı olamayan. Yanlış hamlelerle satrançta piyondan önce diğer taşlarını kaybeden, şanssız ve çok da zeki olmayan biri.
Taş Kafa, dizide pek de etkisi olmayan bir karakter. Olayların hep kıyısından geçerek etkisizliğini her keresinde yeniden hatırlatıyor. Sanıyorum o da, dizinin reytingleri sallanmaya başlayınca bir aşkla, dizinin aşk toplamına eklemlenecek. Yoksa her bölüm doymak bilmeyen birinin tatlılığı ve hikâyeye omuz çıkmayışı karakter fazlalığı gibi görünüyor şimdilik, dizi başlangıcında gelecek planlanarak ortaya atılmış bir karakter olmalı Taş Kafa da. Dedim ya, reyting biraz sallanadursun çıkar kokusu. Çıkar hikâyesi ortaya. Bohçadan fırlar gibi.
Muhtemeldir ki değinirim deyip, iki üç söz hazırlayıp yazmayı unuttuğum olaylar vardır.
Hepsi bir yana, Ümran’ın kirasını ödeyememesi, sonrasında Ayşegül’e “İş arıyorum, kulağınız delik olsun Ayşegül Hanım,” demesi- kalbimi tırnaklarıyla çizen dramdı. Dizide o kadar dram yaşandı. Bir tek bu geldi vurdu beni.
Gerisi de haftaya umarım.
Yazının dağınıklığına bakmayın lütfen. Dallar arasında cambazlığını sergileyen maymuna benzedi bütün paragraflar. Ama olsun. Dedim ya, siz kusura bakmayın, yeter.