Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
… Alçal ki yerin bu yer değildir!

Zavallı Zama! Memleketimizde sinemalara varışı Temmuz başını buldu. Oysa geçen sinema festivalindeki en iyi filmdi. Yönetmeni Lucrecia Martelden dokuz yıllık bir aradan sonra gelmişti; gerçi katıldığı festivallerde de belli bir şaşkınlıkla karşılanmış olduğu duygusuna kapılmamak elde değildi. Herkes Martelden ‘çağdaş’ hikayeler bekliyordu anlaşılan. Öte yandan Zamanın zaman içinde giderek daha çok artan bir şevkle övgülere boğulduğunu da görmemek ve buna hak vermemek elde değil. Hemen söylemeli; nefis bir film.

Zamanın gösterim kaderi, filmin kahramanı Don Diego de Zama kaderiyle gerçekten de benzeşiyor. Filmin başkişisi Zama da 18. yüzyılda Allah’ın unuttuğu İspanyol sömürgesi Asuncionda, sadık ve orta kademede bir bendesi olduğu İspanyol Krallığı tarafından yıllardır Buenos Airese terfi edilmeyi bekleyen bir corregidor, bir mülki amir. O mektup yazılacak, o terfi gelecek mi?

Martelin filminin sömürgeciliğe, bürokrasiye, bürokrasinin kafkaesk yanına, hiçliğe, boşa geçmiş hayatlara, bu hayatın boşunalığını ısrarla anla(ya)mayan emir kullarına ilişkin söylediklerini takdir etmemek, bunları akıllıca, patetik, hatta trajik bulmamak mümkün değil. Ama Martelin asıl numarası (diyelim) zaten hiçbir zaman başarılarla, kurnazlıkla ışıl ışıl ışıldamayacak bir hayatı zalimce daha da daha da derine gömmesi; Namık Kemalin meşhur dizesini tersine çevirmek gerekirse, ’… alçal ki yerin bu yer değildir!

Ve tabii Martelin sinemasında asıl parlak olan; giderek aşağı doğru inen bu helezonun anlatılışı. Bataklık / La Cienaga gibi bir filmde belli, tanımlanmış bir gerçekliğin akışını kesip parçalamak, sonra elde ettiği parçaları daha derin bir parçalanmışlığı vurgulayacak şekilde yeniden birbirine dikmekti Martelin buluşu. Burada ise kamerayı gene belli, tanımlanmış (hatta edebiyat tarafından sıkça tanımlanmış) başka bir gerçekliğe tutmak, ama çok yakından tutmak. Böylece seyirciyi de olaylara çok fazla yakından bakar hale getirmek. Tıpkı Don Diegonun bakışı gibi. Bizi onun içinden çıkamadığı herşeye yönelttiği bakışınkine eş bir yakınlık, mesafesizlik, adeta şaşılıkla baş başa bırakmak. Odalar, odaların kesitleri, mekan çerçevelemelerinin yeniden tuhaf biçimlerde kesilerek çerçevelenmesi, seyredilenin klostrofobik fakat şaşaadan da inatla uzak, kesinlikle romantik olmayan bir dünya haline gelmesi. Buna oranla Conrad’ın Karanlığın Yüreğinin, Cervantesin Don Quixotesinin kahramanları kendi manzaralarına (dolayısıyla durumlarına) ziyadesiyle hakim kahramanlar sayılabilirler. Zama ise tam bir ortada sıçan.

Filmin en trajikomik sahnesinde odaya bir lama girip lamalara özgü o komik kibir ve horgörüyle mekanı şöyle bir dolanıyor, böylece Zamanın zaten her zaman fazlaca ciddiyet ve umarsızlıkla tarif edilmiş dünyasında adeta bir Marx Biraderler saçmalığı esintisi geziniyor. Malum biraderler bir yolunu bulup bu cehennemden kaçarlardı; bir sal, bir uçak, bir devekuşuOysa Zamanın hikayesinin korkunçluğu saçmanın farkında olmaması, başka bir deyişle belki de başına gelebilecek olan (ve gelen) korkunçlukları hayal edemememesi. Kalemefendiliğinin, devletin hizmetkarı olmanın kuruluğu, dehşete varan, neredeyse metafizik boyutu. (Filmde Zamanın devlete çalıştığı zamandan çalıp roman yazangenç bir katip var oysa ve o, bu gibi ihtimallerle az çok tanışık, dolayısıyla görece özgür biri.)

Böylelikle Zama, çok derinde, içine gömülünen korkunçluğun farkında olacak durumda olmamanın hikayesi. Hayatımızın bir roman, velev ki zalim bir roman olduğunu farkedemiyorsak, olup biteni algılamamızda bir fark olmuyorsa, aydınlanmıyorsak, kahraman başına gelen bütün fekaletleri boğazda takılı kalmış bir çığlık, bir kılçık gibi yaşayıp gidiyorsa, yazarın ya da yönetmenin anlattığı dehşet kimin hesabına yazılır? Elbette ki seyircinin. Biz dehşet içinde seyrediyoruz Zamanın corrigadorluktan paryalığa inen hikayesini. Ayrıca; onun yerinde olsak, olup bitenler bize acaba nasıl görünür? Tam böyle mi? Yoksa biz seyredenler, farkındalığın dehşetiyle daha mı ayığız? Bir romanın okuru bir filmin seyircisi olduğumuz için mi dehşet daha canlı ve keskin? Dehşetin ta içinde bulunmak ise bir uyuşma hali mi? Belki de dehşetin seyirciliği böyle olan; film biter, salondan çıkarızmı? Kesin cevabı olmayan, ama okurluğun ve seyirciliğin ta kalbinde yatan sorular.

Martelin filmi aynı zamanda sömürgecilik düzeninde merkezin uzağındaki gölge merkezin bulanık sularında köleyle efendinin efendiyle kölenin kolaylıkla yer değiştirebileceğini, düşüşün dibi olmadığını anlatışıyla zamanımızın köle ticaretlerini, iki arada bir deredekiler için kolayca yer değiştirebilecek sallantıda pozisyonları’, prekaryayı, uçan kelleleri, işçi gemilerindeki yeni köleleri de hatırımıza getiriyor.

Werner Herzogun benzer hikayeler anlatan Tanrının Gazabı Aguirre, Yeşil Karıncaların Düş Gördüğü Yer, Fitzcarraldo gibi filmlerindeki kahramanlar üç aşağı beş yukarı Zama gibi biri olmakla birlikte durumlarının tam farkında olmayışlarını, gafletlerini Shakespearevari bir afra tafrayla, gökgürültüsü ve şimşekle telafi ederler. Zama bu yönden bir Herzog kahramanından çok bir Dostoyevski kahramanı gibi; o Yeraltından Notlar’ın kahramanı. Tek farkla- ki önemli bir fark ve Martelin filmine noktayı koyan da o. Filmin sonuna kadar sırayla uygar batılının da kanunsuzun da soylu vahşinin de sillesini yiyen kahramanımız en düşkün halinde kendini bir kayığın içinde buluyor. Ve film onu öteki dünyaya da başka bir dünyaya da götürdüğü düşünülebilecek kayıkçısının, bir çocuk yerlinin sembolik sorusuyla bitiyor: Yaşamak istiyor musun?

Asıl soru bu; müflis insanoğlunun hükümdarı ya da hizmetkarı olduğu (öz)yıkımcı uygarlıktan başka gidecek yeri var mı ve bunu istiyor mu? Zamanın cevabını duymuyoruz.

FATİH ÖZGÜVEN



 

Künye:

Zama (2017)

Yönetmen: Lucrecia Martel

Oyuncular: Daniel Gimenez Cacho, Lola Duenas, Juan Minujin





YORUMLAR




DİĞER HABERLER