
‘Uyarlanırdı, uyarlanmazdı’ derken The Sopranos’un Türk versiyonu çekildi de yayınlandı bile. HBO kanalının başka bir ülkeye verdiği (ve çok zor verdiği) ilk format uyarlama izniyle çekilen Altındağlı’yı, orijinaliyle karşılaştırdık.
Rahmetli James Gandolfini’nin yaşarken yeterince değer görmeyen performanslarının arasında Coen Kardeşler’in Orada Olmayan Adam (The Man Who Wasn’t There) filmindeki rolünün yeri başka. Belki Coen’lerin de sendeledikleri bir döneme gelmiş olduğundan (genel görüşe göre, bence değil), hem 2001 tarihli film noir hem de Gandolfini’nin çizdiği palavracı ‘Big Dave’ Brewster karakteri unutulmaya yüz tuttu. Bence sinema için büyük bir talihsizlik. Filmi Gandolfini’nin vefatından sonra yeniden izledim. Araya on yılı aşkın bir süre girince insan çok daha iyi görüyor kiOrada Olmayan Adam, hem rahmetlinin hem de Coen Kardeşlerin kariyerlerinde en üst sıralara rahatlıkla oynar.
Neyse, benim anlatmak istediğim filmin sonlarına doğru geçen tatlı bir sahne. Kahramanımız (daha doğrusu anti-kahramanımız), bir arkadaşının genç kızının piyano çalışından o kadar etkilenmiştir ki, kızın piyano yeteneğini geliştirmek için elinden gelen desteği vermek için çabalamaktadır. Yakın bir kasabada çok önemli bir piyano öğretmeni olduğunu öğrenince, kızı onunla tanışmaya götürür. Genç kız müthiş bir resital verir adama; Coen’ler de zaten sahneyi bir rüya gibi çekerler. Müzik bitince piyano öğretmeni biraz durur, sonra da: “Kız notaları çalmayı biliyor, müziği değil,” der. Hem ana karakterlerini hem de seyirciyi aynı anda punduna getirmekte Coen Kardeşlerin üstüne yok ne de olsa…
Büyük usta James Gandolfini’nin Orada Olmayan Adam’daki performansı zaman geçtikçe yeniden hatırlanır herhalde ama şurası kesin ki bu dev aktörün ismi gelecekte öyle ya da böyle Tony Soprano ismiyle bir anılacak. Zaten aktör de hayattayken David Chase’in yarattığı The Sopranosdizisiyle ünlü olduğunu sıkça belirtiyor, hem sinema hem de tiyatroda çalışmaya devam etse de, şöhretinin her zaman Soprano ailesine bağlı olduğunu biliyordu. Popüler kültür öyle bir hal aldı ki aktör ve karakterin yarattığı alaşım sadece seyircinin değil, üreticinin de işine geliyor. Bu sayede ‘gerçek’ gerçek hayatıyla, ‘halkın beklediği’ gerçek hayatı arasında bir ayrım yapılabiliyor.

Hem James Gandolfini hem de The Sopranos’un büyük bir hayranı olarak (ne kadar büyük diye sorarsanız, King Lear ile The Sopranos’u bir tuttuğumu söyleyebilirim), dizinin Türk versiyonunun çevrileceğini duyunca epey güldüm. Dalgasını geçtim. Ama Pazartesi akşamı önyargısız bir şekilde televizyonun başına oturdum ve Altındağlı’yi izledim. İşte gözlemlerim:
1. Bir kere Altındağlı, The Sopranos’dan etkilenip de Türkiye için yeniden yorumlanmış bir yapım değil. Dizinin ilk bölümü, neredeyse orijinalinin ilk bölümüyle birebir aynı. Bazı karakterler değişmişse de (ki onlara birazdan geleceğim) fonksiyonları yine de aynı kalmış. Fakat orijinal hikayeye bu kadar bağlı kalmasından olacak, Altındağlı’da otantiklikten eser yok. The Sopranos’da ne varsa al, İstanbul’a taşı, al sana “Türkiş Sopranos”. Hani yıllardır bir resim forwardlar ya insanlar birbirlerine. Anadolu’nun bir yerinde girişimci lokanta sahibi turist çekebilmek için vitrine günün spesiyalitesi Piliç Çevirme’nin İngilizcesini de yazmış: ‘Chicken Translate.’ İşte Altındağlı da dizilerin Chicken Translate’i olmuş.
2. The Sopranos, Alabama 3’nin Woke Up This Morning adlı şarkısıyla başlar, jeneriğinde de Tony Soprano, arabasıyla New York’tan New Jersey’deki evine gider. Alakasız değildir; bu jeneriğin belli bir akışı vardır. Ayrıca şarkının sözleri de dizideki Ödipal temaya uyar. “Bu sabah uyandım ve tabancamı kaptım; annem bana seçilmiş olduğumu söyledi; şanssız doğmuşsun derdi ama sen özelsin,” vb. Altındağlı’da ise jenerik orijinalin kötü bir kopyası. Hani onu bıraktım, komik bir kopyası. Arka planda “yakarım bu şehri, yakarım” minvalinde sözler bulunduran bir şarkı, Ekrem Altındağlı (Şafak Sezer), Anadolu yakasından Avrupa’daki evine doğru arabada yol alıyor. Orijinal jenerikte bir bütünlük vardır ama burada hak getire. Anladığım kadarıyla Kemerburgaz’da olan evine gitmek için Ekrem Bey şu güzergâhı kullanıyor: Ümraniye – İkinci Köprü – Piyalepaşa - Kağıthane Tüneli – Levent – 2. Köprü – 4. Levent – Mecidiyeköy – 1. Köprü – Tekrar 4. Levent – Şişli – Kağıthane – Kanlıca – Çamlıca – 2. Köprü Para mı dayanır benzine?
3. Ekrem Altındağlı, İstanbul’un önde gelen mafya babalarından biri. Oysa dizi başladığında Tony Soprano daha baba değil. New Jersey’nin Kuzey’inin patronu. Sonra onun başkanı kanserden ölünce yerine geçiyor. Her zaman da işi New Jersey sınırları içinde kalıyor ve New York’ta Lupertazzi ailesine bağlı (ta ki son sezona kadar). Altındağlı’da ise Ekrem Altındağlı hem patron hem de İstanbul’da. Yani Tony’deki eziklik karakterde yok. Hani Ankara’dan gelmişler ama babası da İstanbul’da resilik yapmış olduğuna göre Ekrem de İstanbul doğumlu. Bu gibi nüanalarıAltındağlı kaçırıyor. Yakalayacağını da zannetmiyorum. Louis Armstrong’un dediği gibi: “Bazı insanlar vardır, bilmiyorlarsa, onlara anlatamazsın.”

4. Tony’nin ilk bölümdeki panik ataklarını tetikleyen, evinin havuzuna yuva yapmış ördek yavrularının kanatları gelişince havalanıp gitmeleriydi. Bu Tony’de hem evdeki hem de işteki ailesini kaybetme korkusu uyandırıyordu. Türkiye’de en son yaban ördeği 1937’de görüldüğünden dolayı, aynı işlevi Ekrem’in bahçesinde yavrulayan bir sokak köpeği görüyor. Her Türk gibi ben de sokak köpeklerine ve sokak köpeği yavrularına aşinayım. Bu kadar farklı renk ve türde yavrulayan bir sokak köpeği görmedim. United Colours of Benetton gibi mübarek.
5. The Sopranos’daki sevdiğiniz karakterlerin neredeyse hepsi Türk versiyonunda da var ama ya gereksiz bir şekilde gençleştirilmişler ya da sivri tarafları körleştirilmiş. Mesela Tony’nin ünlü sağkollarından birinin adı ‘Big Pussy’dir. Aynı karakterin Altındağlı’daki ismiyse Paşa. Freudyen bir rastlantı mı, yoksa zeitgeist’ın ürünü mü yorum size kalmış. Tony’nin babasının sağ kollarından biri olan ve Tony’ye de akıl hocalığı yapan Yahudi gangster Hesh karakteri, Altındağlı’da Hacı diye bir adam olmuş. Hesh daha önce müzik endüstrisinde de çalışmış ve siyahi kadınlardan epey hoşlanan bir amca olarak çizilir. Hacı’da bu gibi özellikleri beklemiyorum. Aynı şekilde, Tony’nin karısı Carmela’nın yeğeni ve Tony’nin kol kanat gerdiği Christopher’ın Türk versiyonu Arka Sokaklar dizisinden fırlamış gelmiş. Kabadayılığı bırak dayı olmak için bile çok küçük. Olsa olsa küçük enişte olur. The Sopranos’dan yatay geçiş yaparken şaftı kayan bir diğer karakter de Tony ve Carmela’nın içkiye düşkün papazları. Peder Intintola, dizinin en iyi bölümlerinden College’da Carmela’yla aşna fişne yapmanın ucundan döner hatta. Altındağlı’da bu karakterin dini özellikleri adapte edilmemiş. Bu şekilde de aile tarafından saygı gören ama biraz tekinsiz olan kendiyle küs bir adam olmaktan çıkıp, Ekrem’in fitil olduğu bir yancıya dönmüş. Buraya kadar iyi de, bir sahnede gecenin yarısı Ekrem’in karısıyla baş başa evde Kemal Sunal filmi izliyorlar. Bu gerçek hayatta olsa kan çıkar, üçüncü sayfa haberi olurlar direkt.
6. The Sopranos’un ilk sezonunda Tony’nin sosyopat annesi ve yaşı epey ilerlemiş ama hırsından hiçbir şey kaybetmemiş olan amcasıyla arasındaki mücadele, yaşadığı profesyonel kavgalardan çok daha öne çıkan bir tehditti. Aynı ikilemi Altındağlı da yaratmak istiyor ama başarılı olamıyor. Bir kere Aydemir Akbaş’ı Uncle Junior rolünde görmek zor. Ne yalan söyleyeyim, gözlerim İbrahim Tatlıses’i aradı. Ankaralı Tony Ekrem’in annesi de ha düştü ha düşecek; bunamasına ramak kalmış; yatalaklıktan gün alan bir sefil değilmiş de, 1986’da zaman makinesini bulup günümüze gelen Semra Hanım’ın Papatyalarından biriymiş gibi bir hali var.

7. Aynı orijinal dizide olduğu gibi, Altındağlı’da da Ekrem annesini huzurevine yatırmaya çalışıyor. Ve annesi de çıngar çıkarıyor. İyi de Türkiye’de bir mafya babasını bıraktım, geleneksel herhangi hali vakti yerinde birinin annesini huzurevine koyduğunu düşünebiliyor musunuz? Olmaz. Bakıcı tutulur, yakında ev açılır ama huzurevine yatırılmaz. Bu, tam Amerika’ya özgü bir şey. FakatAltındağlı’nın yapımcıları bu gibi bir detayda bile inisiyatif kullanmamışlar. (Aynı sorun, Ekrem’in çetesine ait gece kulübünde de var. Türkiye’de bu gibi adamlar pavyon sahibi olur; Altındağlı çetesi ise 1973 Yeşilçam filmlerinden kalma bir disko işletiyor. Bu satırları yazarken ev çok soğuk; üstümde dört beş katman var; ben bile o diskonun sahnesinde dans eden kızların yanında çıplak sayılırım.)
8. Altındağlı’nın ilk bölümü de The Sopranos’un ilk bölümü gibi, Ankaralı Tony Ekrem’in herkesi mutlu edebilmek için kötü bir işi organize etmesiyle son buluyor. Fazla spoiler vermek istemiyorum ama burası Türkiye kardeşim. Eğer ki Ankaralı Tony yapmak zorunda hissettiği işi yapmasa ve hısım hasmı kafasına koyduğunu gerçekleştirse bile mekanın popülerliğini etkilemez. Yoda gibi konuştum be…
9. The Sopranos’un en eğlenceli detaylarından biri yanlış telaffuzlardır. Ne de olsa karakterler iyi eğitim görmemiş, toplumun alt tabakasından gelen insanlar. Mesela ilk bölümde Tony, “Herkes beni Hannibal Lecter sanıyor,” diyeceğine “Herkes beni Hannibal Lecture (İngilizce ders, konuşma) sanıyor,” der. Aynı bölümde annesini Green Grove adlı bir huzurevine yatırmak istediğini psikiyatrına söyler; o da “Orası huzurevi değil Cap d'Antibes’de bir otel gibi,” der. Tony daha sonra huzurevi fikrini annesine satmaya çalışırken bu lafı hatırlar ama yanlış hatırlar ve der ki: “Orası huzurevinden çok Kaptan Tibs’deki bir otele benziyor.” Annesi: “O kimmiş?”Bu gibi hoşlukların tercümesi imkânsız ama kafa yorup Türkçe’deki bu gibi hatalar kullanılmamış. Kimse bilakisle bilhassayı bile karıştırmıyor.
10. The Sopranos, mafya dizisi gibi görünerek, genelde kapitalizm özeldeyse Amerikan Rüyası’nın tezatlarını göz önüne sunar. Aynı şekilde bunlara bağlı olarak modern insanın tatminsizliğini işler. Tony, sadece yanlış zamanda doğduğunu düşünmez (ki Altındağlı sadece buna odaklanmış); ayrıca iyi geçen bir dönemin en sonunda dünyaya geldiği kanısındadır. Bu ek şikayet, trajedisinin katlanmasına sebep olur.
Tony Soprano’nun karakterinin merkezinde “akrep ve kurbağa” fablı yatar. Hatırlarsınız. Kurbağa nehrin kenarında bir akrebe rast gelir. Akrep, karşıya geçmek istediğinden kurbağadan onu karşı tarafa kadar sırtında taşımasını rica eder. Kurbağa der ki, “Olur mu ya; sen akrepsin; karşıya geçince beni sokarsın.” Akrep “Hayır,” der “Söz veriyorum sokmayacağım; beni karşıya geçir yeter.” Kurbağa buna inanır, akrebi karşıya geçirir, akrep ayaklarını kıyıya atmaya görsün, hemen kurbağayı sokar. Kurbağa son nefesinde sorar: “Söz vermiştin; niye soktun?” “Ne yapayım,” der akrep, “Bu benim doğamda var.” Böyle bir derinlik Altındağlı’da yok.
Orada Olmayan Adam’a geri dönelim isterseniz. Ne diyordu piyano öğretmeni: “Kız notaları çalmayı biliyor, müziği değil.” Altındağlı ne notaları ne de müziği çalmayı biliyor. O da yetmezmiş gibi, piyanoyu kırıyor, notaları da yakıyor. Beklediğiniz ve tahmin ettiğiniz kadar kötü bir dizi.