Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Aşk: Yeniden, Her Dönemde, Daima…

Bu sezonun merakla beklenen iki yeni dizisi, Kurt Seyit ve Şura ve ardından bir hafta rötarla Kara Para Aşk yayına girdi. Farklı açılardan iddialı bu iki dizinin Ay Yapım dışında en önemli ortak noktası, başrollerinde Kıvanç Tatlıtuğ ve Tuba Büyüküstün gibi sadece Türkiye’nin değil Ortadoğu’nun sevgilisi iki yıldız oyuncunun oluşu. Sırf başrolleriyle bile büyük bir izleyici kitlesini ekrana kilitleme potansiyelinde diziler ikisi de. Kara Para Aşk'ın Ömer'i Engin Akyürek ve Kurt Seyit ve Şura'nın Şura'sı Farah Zeynep Abdullah da kendine özgü birer ışığı olan, izleyicinin çok sevip aradığı oyuncular. Cazibe türlerinin birbirine çok denk düştüğünü düşündüğüm bu iki oyuncunun bu iki dizide, yıldızların hemen yanında, yıldızı çok parlayanlar olarak konumlandırılmaları hiç de tesadüfi değil. İlginç bir tesadüfse, bu sezon vizyona giren Bi Küçük Eylül Meselesi  filminde bu ikiliyi yan yana görmemiz.

“Kitabına uygun” bir dönem dizisini her açıdan özlemiştik…

Kurt Seyit ve Şura iddialı ve "kitabına uygun" bir dönem dizisi olarak ikinci haftasında. Kitabına uygun derken, uyarlamanın hem gerçek anlamda kitaba sadık olmasından hem de kostümlerden mekanlara her şeyde gördüğümüz, bizde pek rastlamadığımız türden bir detaycılık, titizlik, şıklık ve özenden bahsediyorum.

2000’lerden beri yapım şirketlerinin gözdesi olan edebiyat uyarlamalarında izlenen yol, genellikle “günümüze uyarlama” yolu oldu. Bir edebiyat yapıtı günümüze uyarlanırken de dönemine özgü bir ruh, stil, atmosfer oluşturabilir aslında. Bunun en güzel örneği de Sherlock. Bizde yapılansa, bundan ziyade, klasikleşip ölümsüzleşmiş eski bir edebiyat eserinin ya da yakın tarihli ama çok tutmuş bir dönem romanının sadece temel çatışmasını, çatısını alarak geri kalan her şeyi günümüze tahvil etmek şeklindeydi. Bu türün başarılı örnekleri de oldu elbette. Ya da dönem uyarlaması değil özgün senaryo olan ancak kostümlerden mekan tasarımına çıtayı yükselten muhteşemliğiyle Muhteşem Yüzyıl’ı ve yine bu açılardan başarılı Öyle Bir Geçer Zaman ki’yi unutmayalım… Kurt Seyit ve Şura ise en azından prodüksiyon açısından şu ana dek yapılmamış zorlukta bir işe soyundu. Dönem dizisi yapmak başka bir şey, en azından ilk bölümlerde seti tümden başka bir ülkeye ve döneme taşımaksa bambaşka. Bunu da çok “usturuplu” biçimde yaptığını düşündüğümden bana göre takdiri, sabrı çok hakediyor. İlk bölümü özellikle dizinin belirli reji tercihleri bakımından biraz endişeyle, pek çok iç dengenin oturmaya başladığını düşündüğüm ikinci bölümü ise daha büyük bir zevkle izledim. Her yaptığı işe büyük bir lezzet katmayı başarabilen Ece Yörenç'in meslektaşım olarak her tür mesleki deformasyonun üstünden atlayıp bana bir işi hep zevkle izletmesi bakımından özel bir yeri var kalbimde. Melek Gençoğlu’yla beraber uzun ötesi yerli dizi süreleriyle başa çıkmakta buldukları yollara da bayılıyorum ama bu başlı başına bir yazı konusu. Diziler açısından karmakarışık bir dönemin sabırsızlığına kurban gitmezse bence Kurt Seyit ve Şura yıllarca unutamayacağımız bir ekran klasiği olacak. “Kitabına uygun”, şıklığıyla da göz gönül açan bir dönem dizisine öyle çok ihtiyacımız var ki…

Bu aslında bir “özetli yorum” değil ama yeri gelmişken ikinci bölümden sevdiğim ya da dikkatimi çeken bazı noktaları paylaşmak istiyorum:

“Yakan ve değiştiren dudaklar”ın bir araya gelmesi geriliminden daha tatlısı var mı?

Şura ve Seyit’in ilk bölümde alın-burun derken düpedüz, hakkıyla öpüşmeleri hoş bir şeydi. Yine de ben ilk bölümden bu “ağza bir parmak bal çalma”yı bekliyordum. Sonsuza dek sürebilecek kavuşma- kavuşmama gerilimine girmezden evvel aşıkları bir öpüştürmek adettendir çünkü. İkinci bölümde birlikte olmaları ise gerçekten işin “kitabına” da, gerçekliğe de uygun bir şeydi. Bunu kızımızın ecnebi olmasından çok dizinin cesaretine bağlıyorum.

Kıvanç Tatlıtuğ ilk bölümde izleyen çoğu kişiye, fiziğiyle değil oyunuyla biraz Kuzeysi gelmiş olabilir. Bu bölümdeyse ben Kuzey’i aştığını hissettim. Özellikle aşk sahnelerinde Kuzey değil, tam, çapkın ama nihayet aşka düşmüş subay Kurt Seyit vardı karşımızda.

Petro: Aşırı stratejik bir kötü, kötülerin en kötüsü!

Açıktan kötülük etmeyip sadece ustaca yönlendiren, yani aşırı stratejik kötü (kötülerin en kötüsü!) Petro karakterine ve Birkan Sokullu’yu izlemeye bayılıyorum. İyi çizilmiş bir karakter ve yerelliği aşan, sevip beğendiğimiz herhangi bir yabancı dönem dizisine konsa hiç sırıtmayacak bir oyuncu.

Farah Zeynep Abdullah bana hep “keşke Barones için seçilen renkleri o giyse!” dedirtiyor. Yine de kostüm ve makyajdaki bu solgunluğun bir seçim olduğu belli ve kaşsız-az makyajlı halleriyle bile çok güzel. Hem masumiyet hem de cesaret ya da “delilik” bakımından da çok inandırıcı.

Kurt Seyit ve ailesi…

Kurt Seyit’in annesi Zahide’yi bu bölümde daha iyi tanıdık. Tam alaturka, baskın, çekip çeviren, lafını esirgemeyen ama ona edilen lafın illa ki esirgenmesi, küstürülmemesi gereken Hanım Ağa halleriyle karakteri ve Şefika Ümit Tolun’un oyunculuğunu sevdim.

Bu bölümde “keşke şöyle olsaydı…” dediğim başlıca noktaysa bazı geçişlere ilişkin tercihler. Mesela Şura-Valentina ilişkisi. Valentina’da kontrollü mü kontrollü, asil mi asil ortanca karakterde küçüğü Şura’nın romantizmiyle de inandırıcı bir tezat oluşturan oyunuyla Seda Güven’e bayıldım baştan beri. Bu bölümde, nişanındaki, Barones’in entrikacılığından kaynaklandığı çok belli küçük rezalet sonucu kardeşine kızıp küsmesini yadırgamadım da, hemen sonraki ortak sahnelerinde Şura anne babasına açılıp aşkı konusunda yarım ağız da olsa kabul gördükten sonraki candan kucaklaşmayı biraz hızlı buldum.

1 2
Zehra Çelenk
14/03/2014 11:35
ETİKETLER : zehra çelenk , ekranella
YORUMLAR




DİĞER HABERLER