Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Bu yağmur, seni benden alıp götüren yağmur*

Dünyanın sonu gelmiş, ölümcül bir virüs İskandinavya’daki neredeyse tüm insanları öldürmüştür. İki Danimarkalı kardeş, bir grup hayatta kalan genç insanın arasına katılarak yeni bir dünya kurmaya çalışırlar. Kardeşler babalarının hayatta kaldığına ve bu felaketle ilgili soruların yanıtını bildiğine inanmaktadır, grup arkadaşları da zamanla onlara inanır.

Netflix’in Danimarka ile birlikte ilk ortak yapımı The Rain’in hikâyesi kısaca böyle.

Kardeşini aslanlar gibi koruyan ana kahramanımız Simone.

Birçok Kuzey dizisinde olduğu gibi The Rain de görsel bakımdan nefes kesici. Malum, kuzey ülkelerinin bir kısmında yazları güneş geç saatlere kadar batmıyor. Ocak ayında ise kimi yerler ebedi karanlığa bürünüyor. O coğrafyaya aşina olmayan seyirciler için ise bu durum zaman hissini kaybetmeye yol açabiliyor. Gece gündüz fark etmeksizin kendi yolunu bulmaya çalışan kahramanlara tutunuyor, onların ekseninde dönmeye başlıyoruz biz de.

The Girl With the Dragon Tattoo, The Killing gibi yapımlardan aşina olduğumuz o  buz-mavi soğuk ışık ve benzer estetik bizleri esir alırken, hastanelerde çürümüş bedenler, bomboş Kopenhag sokakları, açlıktan çıldırmış vahşi insanlar ilginç bir şekilde insanı ekrana mıknatıs gibi çekiyor.

Dizi, ana kahramanımız Simone (Alba August) okulda yapacağı sunum için hazırlanırken ve tatlı bir çocukla flört ederken, bir anda babasının yağmur yağdığını söyleyerek okula gelmesi ve aileyi toplayıp ormanın ortasında bir yeraltı sığınağına götürmesiyle başlıyor. Büyük bir trajedi yaşayarak annesini kaybeden Simone, küçük kardeşi Rasmus  (Bertil De Lorenzi) ile birlikte tek başına kaderine terkediliyor.

Kıyamet sonrası Kopenhag böyle görünüyor. Bu arada The Rain,  Danimarka politikasının kirli oyunlarını anlatan dizi Borgen’in arkasındaki  yaratıcı isim Jannik Tai Mosholt’un imzasını taşıyor.

Tek bildiği, kardeşine iyi bakması gerektiği ve yağmurun tek damlasının bile sonucunun ölüm olduğu. Böylesine hazırlıksız bir şekilde felaketle yüzleşen kahramanlarımız altı yıl boyunca yerin altında yaşamlarını sürdürüyor. Güvenli sığınaklarını sonunda terk etmeye karar verdiklerinde ise akranlarıyla karşılaşıyorlar. Ve yağmurun neredeyse tüm Danimarka’nın ölümüne sebep olduğunu öğreniyorlar. Ve aslında olaylar bir avuç genç insan açlık ve hayatta kalma güdüleriyle yolunu bulmaya çalışmasıyla başlıyor.

Simone ve Rasmus, virüsün bulaşmasını önlemek için kafadan tüm yabancıları vurmayı bir yol olarak benimseyen eski bir asker olan grup lideri Martin (Mikkel Følsgaard), ekipte belki de en akıllı ve hayatta kalmaya yatkın olan üye Beatrice  (Angela Bundalovic), Jean (Sonny Lindberg) ve Lea (Jessica Dinnage) ile tanışıyorlar. Ve bu ekiple birlikte Apollon şirketi için çalışan bir bilim insanı olan babaları Frederik’in (Lars Simonsen)’in peşine düşüyorlar.

Ben yalnızca dizinin üç bölümünü izledim ve geri kalanını izlemek için sabırsızlanıyorum ama büyük olasılıkla tahminim, kahramanların amacının ortadan kaybolan bir babayı bulmakken, ardında çok daha büyük bir olay olduğunu öğreneceği, virüsün merkezinde olan dünyanın sonunu getirecek denemeler yapan şirketi ortaya çıkaracakları yönünde. Tüm bunları tenha, kasavetli, soğuk ama son derece etkileyici bir coğrafyada yapmaları ise insanın kahramanların yolculuklarına daha fazla odaklanmasını sağlıyor.

Grubun genç üyeleri tüm baskılardan uzak olarak, medeni dünyanın kurallarının artık işlemediği bir hayatta istedikleri kimliği deneyimleme özgürlüğüne sahipler. Bununla birlikte sevgi, kıskançlık, büyümekle ilgili konularla yine de yüzleşmeleri gerekiyor.

İşte yeni bir dünya kurmaya çalışan çekirdek ekip üyeleri.

The Rain, kahramanların arayışını ve maceralarını konu alırken, yalnızca hayatta kalmak için neler yaptıklarını değil hayatlarını anlamlı kılmak için neler yaptıklarını da anlatması bakımından ilginç. Ortada yeni doğrular ve yanlışlar var, bu ahlak kuralları hangi koşullar altında esneyebiliyor, hangi koşullarda değişiyor, grup üyeleri birbirlerini ve çevrelerini hangi kriterlere göre yargılıyorlar, bunu keşfediyor.

Zira birçoğumuzun ahlaki yargılamalar yapma ve genel olarak bizimle aynı yaradılışta olmayanları daha az insan olarak nitelemekle sonuçlanabilen ısrarlı bir eğilimimiz var. Rezil şeyler yapıyoruz, savaşlar, kıskançlıklar, zulümler ve suçlar hep bizim işimiz. Bununla birlikte içimizde övgüye layık olmaya dair bir arzu var, üstüne üstlük adalet, onur ve şeref de istiyoruz. Hâlbuki ahlak anlayışımız epey sınırlı, yaygın olduğuna inandığımız ve tuhaf olarak tanımladıklarımız arasındaki havadan sudan farklar yüzünden de çoğu zaman körleşebiliyor. Böyle olmasa bu kadar ıstırap yaşamazdık zaten.

İşte dizi başkalarının acılarını anlamak, bir parçası olduğumuz topluluğa duyduğumuz bağlılık ve görev duygusu, bizi ve sevdiklerimizi tehdit edenlere karşı olan öfke, bir grupta daha cesur ve şefkatli olanlara kendimizi daha yakın hissetme hali, birinin güvenini sarstığımızda duyulan utanç ya da suçluluk, özetle değer verdiğimiz mevzular nelerdir, bu konulara değiniyor.

The Rain’in merkezindeki grubun ahlak anlayışına ve kurdukları yeni dünyaya gelecek olursak, sanki sonsuza kadar yanan bir meşaleden daha çok bir sürü gölgesi olan, iktidar, hırs, inançlar ve tutkunun rüzgârında kimi zaman titreyen kimi zaman coşan bir mum ışığından söz edebiliriz. Işık çok kuvvetli görünmese de karanlığı aydınlatmak kişilerin elinde ve ruhlarını ısıtmaya yeter.

 

DEFNE AKMAN

 

*Yağmurun Sesine Bak – Erkin Koray



YORUMLAR




DİĞER HABERLER