Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Festival bitti, izlenimlere devam

Yaşayan en özgün sanatçılardan Nick Cave’in dünyasına yolculuk, Denizler Altında 20.000 Fersah’tan daha heyecan verici!

Festival sona erdi. Şahsi kapanışımı Pazar gecesi 21:30 seansında Göldeki Yabancı ile yaptım. İşim bu yılın muzip ve nefis festival tanıtım filmindeki (‘Kayseri’de Söze’ gitmiştim!) gibi sinemaya kaçmak için sinemasal yalanlar gerektirecek tarzda bir iş olmasa da oldukça yoğun günlerdi. İşler aksamasın ama ben de festivalimden olmayayım diye uykudan epey fedakarlık ettim. Bu koşturmacanın üstüne festivalsiz bir Pazartesi’ye uyanınca “ne yorulmuşuz, bugün böyle iyi ya…” demek beklenir değil mi? Ne gezer? İçimde ince bir sızı! İki ayak bir pabuçta öğlen seansına yetişme arzusu. Sanki bitmemiş, şuradan bir jenerik akıverecekmiş gibi bir his…

İnsana iyi bir film festivali kadar iyi gelebilecek çok az şey var hayatta. Gündelik gerçeklikten düzenli aralıklarla kopmak gerekiyor çünkü. İyi bir festival uzun bir yurt dışı tatili gibi, olaylara uzak açıdan bakmanızı sağlıyor. Olağan günlerde bir saat takip etmeyince ipin ucunu kaçırma endişesi veren gündemin bir nevi soap opera olduğunu daha iyi fark ediyorsunuz sözgelimi. (İyisinden de değil hani!) İzlerken sürüklüyor, iki hafta koptuğunuzdaysa aslında dişe dokunur hiçbir şey olmadığını görüyorsunuz. Hayata dair pek çok sıkıntının da gözünüze göründüğünden daha küçük olduğunu anlıyorsunuz yükseldiğiniz o tepecikte. Ama aynı zamanda, hayat çarkında debelenirken ister istemez gözünüzden kaçan bazı “temel” şeyleri de yeniden fark ediyorsunuz. Bunların da ötesinde: İnsana iyi bir film festivali kadar iyi gelebilecek çok az şey var hayatta. Çünkü sinema mucizevi bir şey!

İzlediğim ilk filmler üzerine yazmıştım. Bu hafta içinde sevdiğim filmlerden birkaçını daha yazarak bu yılın şahsi festival dosyasını kapatacağım. Hayatımız boyunca izleyebileceğimiz gün batımları ve filmlerin hayatın gün batımsız yanlarına galebe çalması dileğiyle!


Dünyada 20.000 Gün (20, 000 Days on Earth, Iain Forsyth, Jane Pollard, 2013)

“Nick Cave sen nasıl bir yaratıksın?” iç sesiyle ve eksilmez bir hayranlık tebessümüyle izlediğim film, bu yılki festivalin en güzellerinden. Iain Forsyth ve Jane Pollard’ın bu ilk uzun metrajlı filmi, Uluslararası Yarışma’da FIPRESCI ödülünü aldı.

İki paralel örgüde ilerleyen film, öncelikle, adı üzerinde, uluslararası kültür ikonu, müzisyen ve yazar (aynı zamanda tabii, ‘şair’) Nick Cave’in dünya üzerindeki yirmi bininci gününü anlatıyor. Yatağından kalkıyor, giyinip kuşanıyor ve izleyiciyle birlikte kendi hayatında bir günlük bir yolculuğa çıkıyor Cave. Bir terapistle çocukluk anılarını içeren görüşmeler, otobiyografik bir puzzle’ı andıran ofisinden detaylar, fotoğraflar, arşiv görüntüleri ve kendine yuva olarak seçtiği yağmurlu Brighton’da yaptığı araba gezintileri var bunun içinde. Cave’e zaman zaman Ray Winstone, Blixa Bargeld ve Kylie Minogue gibi, müzik hayatındaki önemli kişiler eşlik ediyor. Film, bir yandan da yazıdan müziğe ve sahne performansına değin yaratıcılığı, yaratma cesaretini, bunun nelerden beslenen ne tür bir hal olduğunu inceliyor. Her iki düzeye de hakim olan bir zaman teması var. Hani genel olarak en çok geçip gidebilme özelliğinden yararlandığımız zaman! “Bir insan ömrünü neye vermeli? Harcanıp gidiyor ömür dediğin”le “Dolu dolu hayat dediğin böyle olmalı işte!” hisleri arasında gidip geliyorsunuz izlerken ama çok da umutlu bir film. Benim gibi bir Nick Cave aşığı olmanıza da gerek yok bu filmi sevmek için. Bir ambalaj lastiğiyle evrenin genişlemesini bir çırpıda anlatabilen bir bilim adamı gibi, eşsiz sanatçı bilgeliğiyle bize hayatın şifrelerini sunuyor Cave. Azmedilse en az bin tweetlik malzemeye sahip filmde en etkilendiğim sözlerden birini, aklımda kaldığı haliyle yazayım: “(İnsanın sınırlarını bilmesi önemlidir.) Bizi muhtemelen olduğumuz muhteşem felaket haline getiren şey, sınırlarımızdır.”

En ufak bir fazlalık ya da eksiklik hissetmediğiniz bu filmde birkaç fotoğraf dışında yüzü neredeyse hiç görünmeyen güzeller güzeli Susie Cave’in de daima hissedilen bir ağırlığı var. Her açıdan yenilikçi, sanatçıyı anlatmakla kalmayıp sanatçının ruhuna bürünmeyi başarmış çarpıcı bir film. Benim haftada bir kez ilaç niyetine izleyesim var!

Kar beyazında ölümcül karanlık… Çin işi noir da bir başka.

İnce Buz, Kara Kömür (Bai ri yan huo, Diao Yinan, 2014)

Dünya Festivallerinden bölümünde yer alan Bu “Chinese noir”, beklenebileceği gibi, bu yılki festivalde en çok ilgimi çeken filmlerden oldu. Filmin Türkçe adı İngilizce adından çeviri, Çince orijinali aslında bambaşka: Günışığında Havai Fişekler. Finalde anlam kazanan bu renkli ve ışıklı isimdense İnce Buz, Kara Kömür bu buz gibi karanlık filmin ekstra kasvetli, gıcırtısı ve kontrpuanı bol havasını daha iyi yansıtıyor bence.

Bu yıl Berlin’de En Iyi Film’le Altın, En Iyi Erkek Oyuncu (Fan Liao) ile Gümüş Ayı’yı kapan filmde olaylar Kuzey Çin’de, küçük bir sanayi şehrinde geçiyor. (Anti)kahramanımız, özel hayatında da mesleğinde de türlü nedenlerden istikrar sağlayamayan dedektif Zhang. Bir nevi Çin Behzat Ç. si, ya da Wallander’i, daha geriye gidersek Marlowe’u. Film, ana karakterler başta olmak üzere türün temel niteliklerini son 15 yılın Çin’ine taşıması bakımından gerçekten sürprizli bir deneyim.

Bol çekişmeli kadın- erkek ilişkisinin de yan tema olarak sürdüğü film garip ve güçlü bir ayrılık sahnesiyle açılıyor. Polisiye açılışsa, 1999’da bir kömür fabrikasında bulunan tüyler ürpertici ceset parçalarıyla geliyor. Bu cinayetin çözümü için çalışırken bir çatışmada iki mesai arkadaşını yitiren Zhang ağır yaralanıyor ve görevden uzaklaştırılarak bir fabrikada güvenlik görevlisi olarak çalışmaya başlıyor. Her noir dedektifi bir gün alkolikliği tadacaktır, Zhang için de bu olay alkol kariyerinin başlangıcı oluyor.

Beş yıl sonra ilkini andıran başka bir gizemli cinayetler dizisi patlak verince Zhang eski partnerinin desteği ve kendi imkanlarıyla sahalara dönüyor. Ceset parçalarının ikametgahı bu kez buz. Eski ve yeni cinayetlerin ortak noktasıysa kuru temizlemecide çalışan kendi halinde -tabii aslında femme mi femme, fatale mi fatale- güzel bir (kara) dul. Tüm kurbanlar şu veya bu biçimde bu kadınla bağlantılı. Zhang, ibresi sık sık bu gizemli kadına kayan bir takıntıyla muammayı çözmeye çalışırken bolca ters köşeli, şık sürprizli, iyi bir cinayet bulmacası izleyiciyi bekliyor.

Senaryo, stil ve reji bakımından çarpıcı bir filmle karşı karşıyayız. Hemen hemen her sahneye damgasını vuran bir ortam sesinin olduğu filmde “ses” de neredeyse bağımsız bir karakter. Sanat ve tür sinemasının iyi bir bileşimi olarak yalnız noir meraklılarına değil tüm sinemaseverlere de hitap edecek bir film.

ETİKETLER : ekranella , zehra çelenk
YORUMLAR




DİĞER HABERLER