Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Mağlubiyetten kahramanlık devşirmek: Dunkirk

İkinci Dünya Savaşı’nın kaderini değiştiren kırılma anlarından biri, Hitler’in ve doğal olarak Almanya’nın ilk ve belki de en büyük hatası, Güney Fransa’da, Dunkirk kıyısında yaşandı: Takvimler 1939’un Eylül ayını gösterdiğinde Almanya, Polonya ordusunu teslim almış, Batı Cephesi’nde büyük bir galibiyetle duraklama dönemine girmişti. Dokuz ay boyunca neredeyse savaşın hiçbir tarafından, hiçbir hamle gelmedi. Fransızlar ve İngilizler, Almanya’yı verimsiz topraklarda tutmak ve Hitler’i Stalin’den aldığı kısıtlı buğday ve petrolle yaşamak zorunda bırakmak istiyor, Almanların yıprandıklarını, savaş motorlarını zor döndürmeye başladıklarını bildikleri için de hiçbir adım atmıyor, yalnızca -Almanların harekete geçeceklerini düşündükleri Atlantik kıyılarına- savunma koridoru kuruyorlardı. Ancak hesap-kitap gerçekliğe uymadı, Almanlar Atlantik kıyılarından değil, dağlık ve ormanlık ‘’imkansız coğrafyadan,’’ Ardenler bölgesinden, 10 Mayıs 1940’da ilerlemeye yeniden başladılar, Hollanda ve Belçika’yı istila ettiler. Hitler iki haftada topyekun bir zafer kazandı ve -sözde- savunma hattı kuran İngilizleri ve Fransızları, Fransa’nın güneyine, sahilde otuz kilometrelik bir alana, Dunkirk’e hapsetti.

Düşmanın denize dökülmesine yalnızca birkaç kilometre kalmıştı ki Hitler kendi tarihinin en büyük hatalarından birini yaptı ve 24 Mayıs’ta kendi imzasıyla ordulara ‘’dur’’ emri verdi. Alman tankları ve piyadeleri böylece düşman birliklerine 16 kilometre uzakta durdu/durmak zorunda kaldı. Bu emrin neden verildiğine dair hala mantıklı bir cevap bulunamasa da dönemin Alman generallerinden Rundstedt yıllar sonra savaşın bütün gidişatını değiştiren bu kararı ‘’Hitler’in kendini bir general sanmasına’’ bağlayacaktı.

Dunkirk sahilinde tahliye bekleyen birlikler.

 

Üç günlük duraksamanın ardından, 27 Mayıs 1940’ta emir geri çekildi ve Alman birlikleri karadan ilerlemeye başladı. Ancak İngiliz ve Fransız orduları da elbette elleri boş durmamış, bu sürede bir savunma hattı oluşturmuşlardı. Ayrıca İngiliz lider Churchill de tarihe geçecek bir emir verecek ve kendi halkından, kendi teknelerine, yatlarına, kayıklarına binip, yalnızca 41 kilometre uzaktaki Dunkirk’e gitmelerini ve orduyu Britanya’ya taşımalarını isteyecekti. Bu yüzden de Almanlar Dunkirk’e ulaştıklarında, düşman, çoktan gemilere binip Ada’ya dönmüştü.

Churchill her ne kadar ‘’savaşın tahliyelerle kazanılmayacağını’’ söylese de Dunkirk’te kapana kıstırılan İngiliz ordusu eğer geri dönemeseydi, Churchill’in savaşa yollayabileceği ne bir ordusu kalacaktı ne de mühimmatı. Ağır silahlar da Dunkirk’teydi, eğitimli subayları da. Ayrıca 1944’te savaşın sonunun Almanlar için geldiğini alenen belli eden Normandiya Çıkarması da -her ne kadar tarihsel gerçeklik ‘’eğer’’le başlayan cümlelerle değerlendirilemese de- imkansız hale gelecekti. Bu yüzden Dunkirk Tahliyesi hem İngilizler hem de Dünya Savaşı için bir kırılma noktasıydı.

Elbette neredeyse bütün bir ordunun kaderini belirleyen böylesine çaresizce gerçekleşen tahliye, bir zaferin değil, ağır bir mağlubiyetin; kahramanlığın değil, bir dizi hayati siyasi ve askeri hatanın hikayesi. Ancak Hollywood hataları da kahramanca anlatabilmenin sırrını çözmeyi başardı. Yönetmen koltuğunda da elbette 70’te Londra’da doğmuş, kahramanca bir tarih müfredatının içinde büyümüş, Batman’dan bir ‘’efsane’’ yaratmış, büyük bütçelerin adamı Christopher Nolan oturuyor. Dunkirk’ün bütçesi de 150 Milyon Dolar ve haliyle muazzam bir izleyici deneyimi yaşatıyor, müziğiyle de görseliyle de sesiyle de, kısacası her şeyiyle inanılmaz bir yapım.

Her Nolan filminde olduğu gibi, Dunkirk’ün vizyona girmesiyle beraber seyirci -bipolar bir şekilde- ikiye bölündü: Bir taraf bayıldı; diğer taraf nefret etti. Nefret edenlerin söyledikleri epeyi zayıf kalıyor aslında, belli ki henüz -gerçek anlamda- bir entelektüel değerlendirilmesi yapılamamış filmin. Genel olarak filmin ‘’eksik’’ olduğundan dem vuruluyor. Karakterlerin tek boyutluluğu, yüzeyselliği, hikayenin düşüklüğü, tahmin edilebilirliği, hiçbir karakterin gelişmemesi, değişmemesi… Oysa Nolan’ın da kendi söylediği gibi, filmin biraz ‘’deneysel’’ bir havası var, bütçesine rağmen.

Öncelikle film keskin bir kronolojik düzenle kurgulanmamış, üç parçaya bölünmüş, tahliyenin üç ana hattına: Kara, Deniz ve Hava. Karadaki, Dunkirk’te askerlerin tahliye bekleyen ve Almanların nefeslerini kulaklarında hisseden tedirgin bekleyişi/mücadelesi bir haftalık bir zaman diliminde geçiyor; Dunkirk’e 41 kilometre uzaktan, Britanya kıyısından kalkan, kaptanlığını alelade bir adamın, Bay Dawson’un yaptığı küçük teknenin, yani Deniz’in hikayesi bir gün; Dunkirk’e yardıma, tahliyeyi havadan korumaya giden Ferrier’in kullandığı uçağın öyküsüyse yalnızca bir saat. Nedense bu kurgu düzeni, bana, Sevim Burak’ın öykülerini kesit kesit küçük kağıtlara yazıp, iğnelerle perdelere asmasını ve ardından bazan yerlerini değiştire değiştire yeniden kurmasını anımsattı. Sevim Burak ve Nolan’ın anlatıcılığını kıyaslayacak halim yok elbette, ama Nolan ve yüklü bütçesinden beklemeyeceğim kadar ‘’riskli’’ bir çatı bu. Ne ucuz bir aşk hikayesi var (hemşiresine sevdalanan zavallı askerler falan yok yani) ne de sloganlarla ilerleyen bir propaganda. Yalnızca savaşın/tahliyenin içine bir kamera düşüyor ve bizi askerlerin ve sıradan insanların hayatına misafir ediyor.

Böylesine bölük pörçük bir yapıda ve merkezine savaşı alan bir filmde herhangi bir karakterin hayatının içine girmemiz, onu derinlikli bir şekilde tanımamız zaten imkansız sanırım. Zaten amaç bu da değil, çünkü o insanların isimleri, aileleri, geride bıraktıkları hayatlarından ziyade savaşın ‘’anlık gerçekliği’’ alakadar ediyor bizi, yani Nolan’ı. İsimsiz askerlerin çaresizliği seriliyor önümüze, üzerlerine bombalar yağan, tahliyeye gelen gemileri batan, savaşı kaybetmiş, kaçmış askerlerin umutsuz bekleyişi… Belki de onları tanımamamız, onları biraz daha iyi anlamamıza da sebep oluyor; sinemanın ve kurgunun matematiği de böylece bir tabu olmaktan çıkıyor. Örneğin bir İngiliz askerini kumsala gömerken ve onun kıyafetlerini giyerken tanışık olduğumuz Fransız askerinin ağzından tek bir kelime duymuyoruz ama onun İngilizlerle beraber kaçmaya çalıştığını, kendi kimliğini de o askerle beraber kumun altına gömdüğünü anlayabiliyoruz. Tabii ki bu demek değil ki filmdeki herkes kusursuz: Bir kere bütün İngiliz askerlerinin konuşması (komutanlardan bahsetmiyorum, gencecik, zavallı, fakir çocuklar), alelade bir adam olarak denize açılan Bay Dawson’un İngilizcesi nasıl oluyorsa kusursuz. Sanki bu kadar ‘’sıradan’’ insanlar değiller de her biri birer bürokrat.

Öte yandan Nolan, savaşın ‘’anlık gerçekliğine’’ odaklanmış olsa da aynı tutumu savaşın her bir parçası için sürdürememiş. Filmde hiçbir Alman askeri görmememiz -bana kalırsa- ucuz bir anti-Nazi’ci tutum. Kumsalda karaya oturmuş bir geminin içerisine girip gel-git ile tekrardan suya kavuşmasını bekleyen askerlerin üzerine Alman askerler tarafından ateş açılması ve bunun önce ‘’atış talimi’’ olması ardından bir saldırıya dönüşmesi, geminin gövdesi denize girdiğinde de kurşun deliklerini İngiliz askerlerinin kendi bedenlerini siper ederek kapatmaya çalışması da bu ‘’şeytanlaştırmanın’’ en romantize edilmiş hali, kanımca.

Fakat Dunkirk, siyasi bir hesaplaşmaya girişmemiş, slogan atmamış, hesap sormamış. Nolan’ın muazzam bütçesini sonuna kadar kullanmış ve her şeyiyle tedirgin bir bekleyişin öyküsünü perdeye uyarlamış. Bir tek başarılı tahliyenin ardından muazzam bir mağlubiyetle ülkeye dönen askerleri görünce alkış tutan, içki veren insanları görünce aklıma bambaşka bir soru geldi: Acaba Almanlardan güçbela kaçan o insanlar, İngiliz değil de herhangi başka bir milletten olsaydılar, (misal Dunkirk çevresinde yaşayan sıradan Fransızlar) yine aynı heyecan duyulur muydu? Yoksa ‘’kalıp savaşsalardı’’ diyen bir güruh mu çıkardı ortaya? Eğer bu sorunun cevabı ‘’hayır’’sa, aradan geçen -hemen hemen- seksen yılda nereye gitti bizim insanlığımız, öğrenmek istiyorum.

Filmin hem dramatik yapısını hem de işlediği meseleyi anlatan -aslında tamamen başka bir konuyla alakalı- bir anektodla karşılaştım Enis Batur’un Fetret Notları’nda. İçbükeylerden birinde, Israel Horovitz’in, ölümünden birkaç gün önce, yattığı huzurevinde Beckett’i ziyaretinden bahsediyordu Batur. Horovitz, gördüğü Beckett’i ‘’ince bir cam tabakası’’na benzetiyordu, öylesine kırılgan. Beckett de kendi hastalığını şöyle özetlemiş: ‘’Hareket eden kumlar üstünde ayakta duruyorum…’’ Dunkirk’te, o sahil şeridine hapsolmuş askerlerin hikayesi de kanımca ‘’ince bir cam tabakası’’ gibi kırılgan ve Nolan’ın onları anlatımı da ‘’hareket eden kumların üstünde ayakta durmaya çalışan’’ bir tedirginliği, korkuyu, bilinmezliği barındırıyor.

YORUMLAR




DİĞER HABERLER