Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Mutluluk Zamanı önemli bir fırsatı kaçırmış

Not: Yazı spoiler içeriyor.

Kiralık Aşka bir yaz dizisi deyip geçmemek gerektiği gibi Mutluluk Zamanı’na da bir romantik komedi deyip geçiştirmemek gerekiyor. Oyunculardan Elçin Sangu “Bir mesaj kaygımız yok,” diyor. Yanılıyor, aslında o kadar iyi bir sorgulama alanı bulmuşlar ki keşke mesaj kaygıları varmış gibi hareket etselerdi de televizyon dünyasında olduğu gibi sinemada da ilklere imza atan ve romantik komedinin anlamını değiştiren çift olarak yeniden tarihe geçselerdi. Özet olarak Mutluluk Zamanı koca bir konunun heba oluşu. Filmi ilk duyduğumda büyük ses getirmiş bir çiftin peşinden sürükledikleri kitleyi çekecek ticari bir proje olduğunu düşündüm. Maddi kaygılarla alınmış, geleceğine yatırım yapmak isteyen makul insanların olağan kararı gibi gelmişti, neticede iş dünyasında dramatik sonlara yer de yoktu. Bunda ayıplanacak bir şey de yoktu. Sonra set fotoğrafları, videolar ve röportajlar beni Mutluluk Zamanı’ nın birlikte çalışmayı çok seven insanların kalplerini koydukları samimi bir iş olduğuna inandırdı. Buraya retorik bir soru eklerdim ama yeri değil.

Her şeyden önce film Kiralık Aşk’ın mirasını yemeye çalışmıyor, hatta Elçin Sangu ve Barış Arduç biraz fazla arka planda kalmış. Filmin mutluluğun ne olduğunu sorgulayan çok iyi bir ana fikri var. Mert Sönmez (Barış Arduç) mutluet nokta com adlı bir şirketin kurucusu. Mert, mutluluğu kapitalist ekonominin ürünü ve pazarlama stratejisi olarak gören, sahip olabildiklerinin, hazların peşinden gidilmesinin, iyi görünmenin insanı mutlu edeceğine inanmış bir adam. Birkaç yan karakter ve komik hikayeyle Mert’in şirketi nasıl çalışır, ne tür hayaller satar daha iyi açıklanabilirdi diye düşünüyorum kaldı ki Barış Arduç katıldığı bir programda şirketin ne olduğunu çok güzel özetleyip, “Ama konu bu değil,” dedi. Neden değil? Üyelerinin doğum günlerini, özel günleri takip edip sevdiklerini onlar yerine mutlu eden bir internet ağının hata yapması ile başlayacak hikaye tam da Barış Arduç’un üzerine gerçekten düşünüldüğü belli ifadelerle anlattığı gibi birini mutlu edebilmenin heyecanı ve gerginliğini yaşamadan, yaşatacağınız mutluluk ne kadar gerçek olabilir ki sorusunu da açabilirdi. Bakın sadece bu tespit bile üzerine günlerce konuşulabilecek bir filmin habercisi gibi. Neden atladınız? Bizi bizden iyi tanıyan uygulamaların dijital ayak izimizi takip edip bizi mutlu edebilmesi mümkün mü? (Editör notu: Black Mirror dizisini hatırlatan) bu şahane hikaye damarını nasıl harcarsınız?

Tam bu noktada Ada Altunay (Elçin Sangu) mutluluğun izini geçmişinde arayan bir heykeltıraş olarak karşımıza çıkıyor. Ada, ailelerini kaybettikten sonra ağabeyi Tarık’ın (Cengiz Bozkurt) mutluluğu için kendini feda etmiş bir karakter; ağabeyini en son mutlu gördüğü yere, satmak zorunda kaldıkları Heybeliada’daki evlerine geri götürmek istiyor. Bundan sonra okuyacaklarınızı böyle bir film için fazla derin psikanalitik bir inceleme olarak görebilirsiniz, hatta her film izleyicilerine bu kadar derin sorgulamalar yaptırmalı mı diye de sorabilirsiniz ama bu tartışmayı tam da filmin kendisi açtığı için yine onun kapatmasını beklemek bir izleyici olarak hakkım diye düşünüyorum. Medeniyet, kent ve modern hayat insanlığa yükledikleri üzerinden çok eleştirildi hatta doğadan koparılışımızın ve bitmeyen bir düzensizliğin içine bırakılışımızın sorumluları olarak görüldü. Freud bu nedenle insanın sürekli tüm bu sıkıntılardan habersiz olduğu en doğal çevreye, yani ana rahmine dönmeye çalıştığını söyler. Hatta depresyonda olduğumuzda cenin şeklini alarak uyumaya çalışmamızı da bu geri dönüş arzusuna bağlar. Ada’nın adaya dönmek istemesi o kadar derin anlamlar içeriyor ki yeterince işlenmemiş olmasına üzülüyorsunuz. Çocukken doğanın kucağında, medeniyetten uzakta hatta derisi buruş buruş olana kadar denizden çıkmayarak yaşadığı mutluluğun, modern hayata savrulması ve kente taşınmak zorunda kalmasıyla bölünmesinin acısını, geçmiş hayatını canlandırarak telafi etmeye çalışması ana rahmine dönme isteği gibi bir şey. Onu sevgilisiyle en son gördüğümüz yerin yine deniz olması çocukluğuna ve gerçek mutluluğa tamamlanmış bir yolculuk; ana rahminde değil ama Mert’in kollarında güvende.

Tarık’ın Asuman ile ilgili yaşadığı hayal kırıklığı ve evin yeniden onların olduğunu öğrendiği sahne peş peşe geldiğinden en azından Tarık açısından da gerçek mutluluğun o ev/işletmede gizli olduğunu anlıyoruz. Tam bu bölüm, Cengiz Bozkurt’un komedide olduğu kadar dram sahnelerinde de ne kadar iyi bir aktör olduğunu gördüğümüz için ayrıca heyecan verici. Tarık’ın Mert için bir proje olduğunu unutup onun en yakın arkadaşı olduğunu düşünmesi ve Ada’nın bunu ağabeyin yüzüne vurmak yerine Mert’le hesaplaşması üzerine en az beş dakika daha sahne izlemek isterdim. Maalesef o kadar çabuk geçiştirildi, finale öyle çabuk bağlandı ki gözümün önünde atlanan sekansları bir süre sonra kendiliğinden eklemeye başladım. Çıktığımda kendi filmimi izlemiş gibiydim.

Mert’in hikayesi ise adeta boşluk doldurmaca gibiydi. Mert, Ada’nın su içindeki heykeli ve Pontus efsanesinde olduğu gibi, büyük görünmenin, yaralarını gizlemenin, heybetin, imajın insanı ancak bir süre iyi hissettirebileceğini, gerçekten iyileşmeden, uzun bir nekahet dönemi geçirmeden gerçek mutluluğa ulaşılamayacağını nerede ve nasıl anlıyor göremiyoruz. Final sahnesindeki konuşma o kadar yarım ve eksik hissettiriyor ki, anlatacak bu kadar çok şey varken film neden hızlıca finale yürüyor sorgulamaya başlıyorsunuz. Mutluluk Zamanı benim için bu haliyle de değerli çünkü şu yukarıda anlatmaya çalıştığım her şeyi düşündürdü, becerebildiğim kadarıyla da yazdırdı. Gerçekten üzücü olan ise Elçin Sangu ve Barış Arduç çiftinin televizyon tarihinde yarattığı farkı yanlarına usta oyuncu Cengiz Bozkurt’u da alarak sinemada yaratma şansını kaçırması.

Filmin gişesinin beklentiyi karşılayacağını düşündüğümden, Elçin Sangu ve Barış Arduç’un ikinci işlerinde yakaladıkları hikayenin, çünkü hikaye yakalayabiliyorlar, özüne ihanet etmeden daha rahat davranabileceklerini umuyorum. Hikaye iyi, onların da yan yana duruşu tarifsiz güzel olunca bir işin başarılı olmaması imkansız. Korkmasınlar.

Tabii benim kendi hesaplarıma göre beklentiyi karşıladığını düşündüğümü de ekleyeyim ama kendileri sonuçtan ne kadar memnundur bilemiyorum. Türkiye’nin Oscar adayı olarak lanse edilen Ayla ancak 2 milyon sınırını zorlayacak gibi duruyor. Bu tüm yapımcılara bir şeyler anlatmalı. Yeri gelmişken bu film özelinde değil ama sinema ile ilgili de bir şeyler söylemek isterim.

Sinema televizyondan daha karlı bir yer oldu özellikle son on sene içinde. Sadece beş hafta çalıştırdığınız set iyi bir kar bırakıyorsa herkesin sinema yapmaya kalkması da çok anlaşılır bir şey olmaya başlıyor. Bir dizide altı ay çalışıp ancak kazanacağınız parayı bir filmle gayet rahat kazanıyor oluyorsunuz. Yalnız televizyon her eve bir şekilde girdikten sonra elektrikten başka bir şey talep etmiyor ama sinema yola çıkmayı, bilet almayı gerektiriyor. Zaten ulaşabilmek için emek gerektirdiğinden adı bir zamanlar bu ülkede de sanattı. Ancak Türkiye’de her şeye gün aşırı zam geldiğinden beri önümüze konulan her filmi izleyeceğimizi düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Umarım bu ekonomik dar boğaz 80 milyonluk ülkede bir milyon kişi izledi diye başarılı olduğunu varsaydığımız yapımların, bırakın üzerine yazmayı tek bir şey düşündürmeyen işlerin sonunu getirir ve sinemayı gerçek amacına teslim eder. Sinemanın amacı sadece güldürmek değildir. Tam burada filme geri döneyim; Mutluluk Zamanı sinemadan çıkar çıkmaz tek bir haberle darmadağın olacağınız bir ülkede yaşarken iki saatlik gülme maratonuna neden milyarlarca para döküldüğünü anlamadığım formülün peşinden gitmese GERÇEK başarıyı yakalayabilirdi. Gerçek başarı ise asla gişe değildir. Sinema için olmamalıdır da. Zaten ne o formülü doğru uygulayabiliyor ne de aslen güvenmesi gereken Elçin ve Barış’ın bir o kadar da güzel Ada ve Mert’in hikayesini ön plana çıkarıyor.

Bunu daha önce de yazdım; travmatik coğrafyanın yorgun insanları unutmak ve kaçmak istiyor diye kim suçlayabilir onları ama bu ara sıra olur ve televizyon tam da bu işi üstlenir. Televizyon işleri, örneğin bir Vatanım Sensin sinemanın işlevini üstlenirken “çok zor şartlar altında yaşıyoruz gülmeye ihtiyacımız var” klişesinden öte hiçbir savunusu olmayan ve ancak televizyon filmi olabilecek kalitede işler ise sinemada kendine yer buluyor. Sinemada da tabii ki romantik komedi ve komedi yapılır ama sürekli değil. Bazen ağlamak, hatırlamak ve yüzleşmek gerekiyor. Ayla belki de bu yüzden gişe lideri. Dağ serisinin beklenmedik başarısı da öyle bir süreç. Bir oturup düşünün bunu. Daha ne kadar acı var, birbirimize sarılıp ağlamamız gereken… Bırakın sinema onları da anlatsın. Güldürmeye çalışıp iki saat geçici mutluluk vereceğine, gerçekten “mutluluk ne” diye sorsun?

Mutluluk Zamanı bir milyonu geçemezse bunun nedeni, filmin maalesef üzerinde yeterince çalışılmamış olmasıdır. Senaryonun herkesin ve her şeyin üstünde olduğunu gösterir. Seyircinin artık başka şeylere de baktığının ve çok değil altı ay sonra televizyona düşecek işlere çok da kolay kanmadığının, kanmaması gerektiğinin göstergesi olur.

Yine gelin; Elçin Sangu ve Barış Arduç; romantik bir film için gelseniz de olur ama daha çok çalışarak gelin çünkü gerçekten tarihe geçmeyi hak edecek kadar parlaksınız.

Siz sevgili okurlar, yine de Mutluluk Zamanı’nı kaçırmayın; gerçekten mutlu olup olmadığınızı sorgulama şansınız var.


URBAN FRINGE



YORUMLAR




DİĞER HABERLER