Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
RÖPORTAJ
Aşkı ille de yaşarken farkedeceksin diye bir şey yok

Her tarafından kırmızı kalpler fışkıran bu 14 Şubat Cuma günü, enteresan bir aşk filmi girdi vizyona: bi küçük Eylül meselesi. Başrollerini Engin Akyürek ve Farah Zeynep Abdullah’ın paylaştığı filmin yönetmeni, Sınıf, Ezel, Uçurum, 20 Dakika gibi dizilerin senaryo yazarı olarak tanıdığımız Kerem Deren.

Film için enteresan diyorum çünkü aşkı bulmaktan çok kaybetmekle ilgili, hüzünlü ama bir yandan da pırıl pırıl ışıklı bir film bu. Bence sağlam bir gerilim filmi de aynı zamanda. Filmi bol bol konuştuk, fragman gibi olan klibini ana sayfamızda iki gündür izlemediyseniz, buradan izleyebilirsiniz. Nil Karaibrahimgil’in yazdığı şarkı, filmin minik müzikal versiyonu sanki.

Yönetmen Kerem Deren’le film, diziler, sinema ve televizyon sektörleri üzerine konuştuk. Bir iki tane de sır verdi bize. Biri Tuncel Kurtiz’le ilgili, okursunuz. Diğeri de bugüne çok yaraşır bir sır.

Son jenerikte Kerem Deren’in “Bana bir mucizeyi tekrar yaşatan eşim Pınar’a” ithafı var. Pınar Bulut, Deren’in eşi olmadan önce Ezel’i birlikte yazdığı senaryo ortağıydı. Sonra Pınar Bulut,Suskunlar’ı, Kerem Deren de Uçurum’u yazdı. Ezel’i yazdığı dönemde beyin kanaması geçiren Deren’i, telefona cevap alamayınca kapı kırıp içeri girerek hastaneye yetiştiren de Pınar Bulut’tu. Uçurum’da Kutlu’nun Felicia’ya evlenme teklif etme sahnesi Kerem’in de Pınar’a evlenme teklifi sahnesiymiş aslında. Sahiden de gelir gelmez youtube’dan Kutlu’nun Felica’ya evlilik teklifi sahnesine baktım. Diziyi izlerken atladığım, Kerem Deren söylemese hiç de farketmeyeceğim bir kalp gördüm Kutlu’nun arkasındaki tahtada. Kocaman bir kalp, içinde KP yazıyor.

 


 

Kerem Deren, tıpkı Hitchcock gibi bir sahnede kısacık görünüyor filmde. Eylül’le Berrak’ı adaya getiren deniz uçağından inen çift Kerem ve Pınar Deren çifti aslında. 

 

Eylül gibi insanlar çok var. Tek gibi adam var mı?

 

İlle daha az var. Ortalıkta pek olmayan bir varlık. 

 

Benzetmek gibi olmasın da bu bir Issız Adam filmi değil, Issız Kadın filmi gibi.

 

Kapılmamak, kendi kuvvetinden bir şey vermemek için ilişkiye girmeyen, ilişkide kalmayan insan modeli açısından benzeyebilir.

 

Filmde, karakterlerden biri ölüme çok yaklaşıyor, sizin de böyle bir deneyiminiz olduğu geliyor hemen insanın aklına. Ve tabii merak ediliyor, böyle bir tecrübe insanın hayatında nasıl bir etki yaratıyor?

 

Aslında benzer çıkış noktaları olsa da filmin birebir benim yaşadığımla eşleştirilmesini istemem çünkü bu hoşuma giden bir şey değil. Sonuçta o dönemi bilinçli olarak geçirmediğim için bir bilgim yok. Ama şunu söyleyebilirim, insanın hayatı, hayata baktığı yer, onun hiç dahli olmadan, üstünde konuşmasına ya da düşünmesine gerek olmadan, radikal bir biçimde değişiveriyor. En azından benim için öyle oldu. Biraz bedeninizin size getirdiği bir değişiklik.

 

Filmde karakterin yaşadığı gibi dönemsel bir hafıza kaybı oldu mu?

 

O sırada bir sürü şeyi unuttum, sonra onları hatırlamaya çalıştım. Bir de hatırlamadığım ama hayatın içinde anlamlı olması gereken bir şeyin eksikliğini hissettim. Metafiziksel bir şeyden bahsediyorum. Filmdeki gibi bire bir bir şey unutmadım muhtemelen, ya da çok iyi saklıyorlar hala benden… Ama aslında orada olması gereken bir şeyin eksikliğini hissediyordum.

 

Filmde de belli bir döneme ilişkin hiçbir şey hatırlanmıyor, hissi dışında. “Hatırlamıyorum ama hissi kötü değil,” repliğini hatırlıyorum.

 

Büyük bir hafıza kaybından çok, benim içimde yaşadığım “bir şeyler eksik” hissi vardı. Bu filmin de genel hissine uygun aslında. Belki bir zaman yaşadığımız, bir köşede duran, bir şekilde kaçırdığımız bir şey var hayatımızı daha anlamlandırabilecek. İşte mucize diye sloganlaştırıyoruz ama ille mucize olmasına da gerek yok. Kaçırdığımız bir şey var hayatımızda. İlle travmatik bir şey yaşamaya da gerek yok. İnsan zaman zaman “Bir hayat yaşıyorum ama onun içinde bir eksiklik var” hissiyatına kapılır.

 

Peki filmdeki aşka dönelim. Böyle bir aşk olabilir mi gerçek hayatta?

 

Kiminki? İki çok farklı aşk var filmde Tek’in Eylül’e olan hissi ve Eylül’ün Tek’e olan hissi bambaşka. Tek’inki gibi bir aşk olabilir mi?

 

O kesinlikle olur. Tek’in başka bir şansı yok bence … Ama bu aşkın gerçek hayata taşınması, o hayatın sürmesi mümkün olabilir mi?

 

Başka bir soru da, ‘olmasına gerek var mı?’ Çünkü aşk dediğin şey ille bin yıl sürmesi gereken bir şey değil. Hatta çoğumuz için yaşadığımız sırada farketmemiz gereken bir şey de değil. Çıkış noktalarımdan biri de o: Bir şeyler yaşıyoruz ama yaşarken değil, daha sonra anlamlandırıyoruz onları.

 

Tek’in evinde yaşanan aşkın çok önemli bir avantajı var. Gündelik hayatta bizi kuşatan eş dost, sosyal medya gibi bir sürü şeyden soyunmuş bir aşk; o açıdan güzel.

 

O açıdan da mümkün zaten herhalde. Başka türlü ikisi arasında bir şey olmaz.

İlk buluşmaya çağlayarak gelen ve öpüp kaçıveren Eylül’ün karşısında yanağında ruj lekesiyle kalan Tek’in nasıl bir şansı olabilir ki? Aşık olmayıp da ne yapabilir?

Oyunculara nasıl karar verildi?

 

Uzun bir seçim süreci oldu, çok seçtik, bol bol denedik. En sonunda Farah konusu açıldı. Aslında ben çok tanımıyordum onu oyuncu olarak; Londra’ya gittik eşim Pınar’la Farah’la konuşmak için. Çok benimsemişti rolü, “Evet, bu kız benim,” tadında karşılıyordu senaryoyu. Onun seçimindeki en önemli etken budur herhalde. Bir de çok zor bir rol bir oyuncu için. Hem çok kuvvetli tarafları olan bir rol oynattıracaksınız hem insanların ondan nefret etmesini de engelleyeceksiniz. Bu sadece senaryoyla, rejiyle yapılacak bir şey değil. Aslında oyuncunun kendi zenginliğiyle, doğal verisiyle ancak olabilecek bir şey. Bu mesela Farah’ta vardı ve çok büyük bir şanstı.

 

Engin Akyürek’in inanılmaz derecede fanatik ve geniş bir hayran kitlesi var.

 

Öyle, öyle. Ben bilmiyordum. Tek açısından Engin benim aklımda olan, o olmalı diye düşündüğüm bir isimdi. Bir çirkin adam kodluyoruz ama mesele orada fiziksel çirkinliğinden çok kendini çirkin olarak betimleyen, öyle yaşayan biri. Klasik jön tipine uymuyor Tek’in karakteri. Kahramanca hiçbir şey yapmıyor nihayetinde. Büyük lafları ya da acayip enteresan oyuncakları yok. Biz onun hayata bakışını seviyoruz. O tarz bir rol de ancak Engin gibi, daha içeriden oynayacak bir oyuncuyla mümkündü.

 

Hayranları çıldırıyor onun için, ama hep ortalıkta olan biri değil, hatta hiç değil. Nasıl bu etkiyi yaratıyor sizce? Onun da bir Tek yanı var mı acaba?

 

Ben o kadar ünlü olduğunu bilmiyordum. Toplumu harekete geçiren şeyi tam olarak bilmek mümkün değil. Engin’de de o kumaş var. Şundandır diyemem.

 

Ne zamandır var bu proje?

 

Üç senedir var. Ezel’in ikinci senesinde aklıma düşmüştü, fikir işini yapmaya başlamıştım. Son iki senede de çok sağlam çalışıldı. Yaklaşık iki sene senaryosu, bir yıl kadar da ön hazırlığı sürdü. İyi hazırlanılmış bir iş oldu.

 

İlk kez yönetmenlik yapıyorsunuz. Zor mu?

 

Değil aslında. Bir iki tane kısa film çekmiştim Bilgi’de okurken, ama ona tecrübe demek bile tecrübesi olan insanlara ayıp olur. Teorik tecrübe dışında hiç teknik tecrübem yoktu. İlk sete çıktığımda oradaki aletlerin çoğunun ne olduğunu bile bilmiyordum. Bazen çok karışık bir şey söylerlerse “Evet öyle,” gibi kaçamak cevaplar veriyordum. Tabii ki zahmetli ama kolay hallettiğim bir şey oldu. Yönetmenliğin yarısı yaratıcılık, öbür yarısı idarecilik zaten. Aslında 50-60 insanı nasıl idare edeceğinizle de ilgili yönetmenlik. Bana rahat geldi.

 

Yazarken bir dünya kuruyorsunuz, karakterler oluşturuyorsunuz. Sonra onlar ete kemiğe bürünüyor. Kenan İmirzalıoğlu oluyor, Farah Zeynep Abdullah oluyor. Nasıl bir süreç? Kafanızdakine uyuyor mu, uymuyor mu, razı mı geliyorsunuz duruma?

 

Yazar olarak yaşadığım ve yönetmen olarak yaşadığım çok başka iki şey. Belki herkes için öyle olmayabilir ama benim için böyle. Yazar olarak bir dünya yaratıyorsunuz, oynayan karakterleri görmüyorsunuz bile. Kafanızdaki insanları görüyorsunuz aslında. Televizyon dizisi uzun bir sürece yayıldığı için, karakter örtüşürse zaman içinde o oyuncuyu görmeye başlıyorsunuz tabii. Ama aslında yine de kendi dünyanızın içindesiniz. Kafanızda yazdığınız şeyle oynayan şey arasında bir fark var her zaman. Ve bu iyi bir şey, öyle olmasında fayda var.

Ama yönetmenlik bambaşka, tam tersi. Eylül benim için Farah’tan bambaşka biriydi ama sete girmeden önceki çalışmalarımızda ikimiz de zaten Farah’ın Eylül’ünü bulmaya çalıştık. Şunu kabullenmek, hatta bir fırsat olarak görmek gerek: Sizin kafanızda oynayan şey ille en iyi versiyon değil. Orada sürprize açık olmalısınız. Bir haykırış istiyorsunuzdur ama mesela çok daha sessiz bir cevaptır gereken, sette çıkar o ortaya. Kafanızdakinin bitmiş ürün olmadığını kabullenmeye ihtiyaç var.

 

Şaşırtan şeyler yaşadınız mı? Düşündüğünüzden daha iyi şeyler?

 

Filmde yaşadım. Farah da, Engin de kuvvetli oyuncular. Sonuçta Farah doğal yetisiyle işliyor, bulduğu şeye kendi de şaşırıyor, bizi de şaşırtıyor. Bazen işe yaramıyor bazen de harika bir şey çıkıyor. Yönetmenliğin keyiflerinden biri bu. Orada ne olup bittiğini tam bilmiyorsunuz, mekan, oyuncu gibi unsurlar sizi şekillendirebiliyor. Oysa yazarlık öyle değil, orada ne olup bittiğini tam olarak biliyorsunuz.

 

 

 

Farah Zeynep Abdullah çok zor bir karakter olan Eylül’ü unutulmaz kılmış. Engin Akyürek ise yönetmenin deyimiyle “içeriden oynuyor”.

 

Yurtdışında sinemayla ilgili bir şeyler yapmak istediğinizi okudum. Televizyon bitti mi yani?

 

İstiyorum mutlaka. Bir tercih söz konusu olduğunda sinema benim net tercihim olur. Yazmak, yönetmek ne olursa; ama sonuçta sinemanın içinde durmak isterim. Dizilerle ilgili artık istesem de koparamayacağım bir bağım, edinilmiş ciddi bir tecrübe ve bilgi dağarcığım var. Dizi yaparım tekrar ama kalbim hep sinemada bundan sonra. Mesela bundan sonra hangi filmi yazacağımı biliyorum ama hangi diziyi yazacağımı bilmiyorum.

 

Bütün koşullar uygun diyelim.. Ne para kaygısı ne oyuncu kaygısı var, ne yapmak istersiniz?

 

Yaratıcılar ve uygulayıcılar biraz farklı düşünüyor meseleyi. Biz safız, üç aşağı beş yukarı her şeyin uygun olduğunu düşünüyoruz. Yani ben kafamdaki filmi çekebilirim diye düşünüyorum, benim için imkansızlık yok zaten. Gerçekçi olmasa da kafamız biraz hayalle çalıştığı için herhalde. Ama ne daha yakın ne daha uzak dersek mutlaka yurt dışında bir şey yapmak istiyor olurum. Oyuncu sayabilirim. Ryan Gosling’le çalışmak ne keyifli olur, güzel şaşırırız orada. Natalie Portman’la çalışmak ne keyifli olur. Öyle, o tarz hayalleriniz olur. Benim için hayallerim çok bariyerleri olan şeyler değil. Herhalde olur diye bakıyorum ben onlara.

 

Ne bekliyorsunuz filmden?

Seyredilip seyredilmemesinin dışında, nasıl bir karşılık alacağını merak ediyorum. Çünkü diğer vizyon filmlerinden nispeten daha hırslı şöyle bir tarafı var, biraz bizimle kalsın istediğim bir film bu. Ertesi güne bir şeyler bırakan bir film olsun istiyorum.

 

Ben bayağı ciddi bir gerilim filmi olduğunu da düşünüyorum.

 

Eyvallah.

 

‘Türk sineması’ diyelim bir de...

 

Çok iyi filmler yapıldığını düşünüyor, izliyorum da. Çok zorlandığımız tek bir nokta var bence, sanatsal olanla popüler olanı birleştirmek. Seyircinin de yapımcının da kafasında birleşmiyor ikisi. Sanatsal değeri olan bir şeyi seyredilir gibi algılamıyoruz ki büyük bir yanlışlık bu aslında. Ve sinemaya bir çeşit darbe vuruyor bence. Halbuki değerinden ödün vermeden çok seyredilir bir şey yapma şansınız var. Benim dizilerde de filmde de amacım bu iki algıyı biraz olsun birleştirmek. Seyredilsin ama ben ödün verdiğim için değil.

 

Televizyonla sinema arasındaki fark ne?

 

Alakası yok. Bambaşka iki şey. Televizyon tamamen ticari bir dünya ve o ticari dünyanın şartlarına göre üretilen ürünler var.

 

O ticari dünyanın şartlarına siz Ezel’le bayağı bir kırılma noktası getirdiniz ama. Hayatta yerli dizi seyretmemekle övünen genç insanlar Ezel izlemeye başladı.

 

Beş on senede bir, bir ürün gelir ve o televizyon sisteminin kurallarına göre oynamaz, dışında durur ve o yüzden de biraz değiştirebilir ama şartlara bağlı tabii. Önce cesaret, sonra vizyon gerekli yani fark yaratabilmek için, içini doldurabileceğiniz farklı bir bakışınız olması gerekli. Ezel’in şöyle bir şansı vardı: Birimlerin hepsi kendi içinde işi çok özümseyerek çok kuvvetli çalıştı. Senaryo çok iyiydi ama rejisi de çok iyiydi, oyunculuğu da, yapımı da. Bir senaryonun etrafında buluştu hepsi. O da öyle çok kolay kolay olmaz. Dünyada da çok olmuyor…

 

Biraz daha erken bitirmeyi tercih edermişsiniz galiba Ezel’i.

 

Ederdim ama bize ait değil televizyon işi. Kanalın, yapımcının, reklamlar izlensin diye reklam arasına koyduğu bir şey dizi. Tabii iyi iş yapmak çok keyifli, ama proje reklam arası projesi aslında. Şöyle temel bir fark var dizi ile sinema arasında: Televizyonda iyi işler çıkarmak tabii ki mümkün ama televizyon işçiliğine sanat demek zor. Sanatçılar var tabii televizyonda ama o sanatçıların “Biz sanat yapıyoruz,” demeleri zor. Ama sinema bir sanat kolu ve rahatlıkla sanat yapabiliyorsunuz.

 

Fakat seyirci reklamları seyretmek için geçmiyor ekranın başına. İzlediği senaryonun kalitesini görüyorsa kendisini aptal yerine koymadığını farkediyorsa seyirci ona sanat diyebilir. Yapan öyle demese bile.

 

Bambaşka kurallarla çalışan iki mecra var ortada. Ben aslında kimsenin işi için konuşmayayım, kendi işime, kendi yazdığım dizi senaryosuna sanat diyemem. Ama yazdığım film senaryosuna sanat diyebilirim.

 

Robert Kolej’den sonra Boğaziçi mi var?

 

Liseden sonra Amerika sonra Boğaziçi Uluslarası İlişkiler, o bittikten sonra İngiltere’de master var sinema tiyatro yazarlığıyla ilgili. Tiyatrocuydum o zamanlar, sinemayla böylesine bir alakam yoktu. Sonra burada Bilgi’de sinema master’ı var. Sonra İngiltere’de bir doktoraya başladım tiyatro yazarlığı üstüne ama onu bitiremeden buraya geldim. Televizyonla alakam aslında para kazanmak için çıktı.

 

Nasıl oldu? Akademisyenliği de seçebilirdiniz, üniversitede kalabilirdiniz.

 

İstedim bir ara, çok seviyordum. Ezel’den önce Gece Gündüz diye bir işin hikayelerini arada yazıyordum. Ondan önce de Sınıf diye bir dizi vardı. İki sene filan epey uğraştım sektörde işlerimi kabul ettirmeye. Güzel kapı kapı dolaştım yani bir ara.

 

Bu da biraz Amerikan tarzı.

 

Ne demek, bilmiyorum ama….

 

İşine inanıp, onu pazarlamaya çalışmak. Kötü anlamda söylemiyorum.

 

Evet ama herkese tavsiyemdir. İşinize güveniyorsanız ısrar edin. Hele bu sektörde çok önemli. O zaman da üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yazıyordum Ezel gibi ama aldığım tepkiler bambaşkaydı. Dizi dünyasında ilk etapta herkes için geçerli, “Bu böyle olmaz,” deniyordu. Genelde kimse, hiçbir yerde hiçbir zaman yeni bir şey yapmaya açık değildir. Güveniyorsanız, altını doldurabiliyorsanız zorlayacaksınız.

 

Şimdi nasıl görüyorsunuz televizyon sektörünü?

 

Ezel’i yazdığımız sırada daha maceraya izin veren bir sektör vardı. Aslında ülke neyse sektör de o oluyor. Ülke daha baskılı, sansürlü ve oto sansürlü. Her sansüre doğal bir hayatta kalma tepkisi var aslında farketmeseler bile. O yüzden de ben son iki seneyi, hatta daha çok bu seneyi geleneğe, sıradana dönüş olarak görüyorum. Çünkü onlar daha güvenli. Ama dairesel döngü bunlar, eminim ki daha maceralı bir yere yine gidecektir sektör. Şu an sıradana çok daha fazla prim verildiğini düşünüyorum.

 

Bir senaryo kursunuz var, öğretmenlik de yapıyorsunuz değil mi?

 

Ben öğretmenlik tarafına yakınım, üniversiteden çıktığımdan beri hep kurs hocalığı yaptım, oyun çalıştırıcılığı yaptım. Hatta, demin bir arkadaşımla konuşuyordum, üniversitede ders vermek istiyorum. Öğretmeyi seviyorum.

 

Mesele edinmişsiniz sanırım.

 

Senaryo yazarlığı çok teknik bir zanaat aslında ve Türkiye’de hiç böyle bilinmiyor. Nasıl bir hazırlık aşamasından geçildiğinin yazarlarımızın çoğu bile farkında değil. Sonuçta ben sürekli okuyup durduğum için onun akademisini biliyorum ve başkaları da bilsin, biraz kültür oluşsun istiyorum. Genel olarak kimse kimseyi yetiştirmiyor. Normalde ekoller olur, bir sürü insan bir şeyler yazar, sonraki nesil de onlara bakarak yazar. Bizde herkes sıfırdan başlıyor. O yüzden bir ekol oluşturmayı önemli buluyorum. Öğretmek de benim için önemli. Özellikle senaryo yazarlığı için söylüyorum.

 

Senaryo yazarlığı sırasında müdahalelerle karşılaştınız mı?

 

Ben hiçbir işte dışarıdan işin akışını değiştirebilecek bir müdahaleyle karşılaşmadım. Ufak tefek şeylerle, can sıkıcı olsa da, karşılaştım… ama büyük müdahale hayır. Bir de doğal biçimde işin akışını değiştirecek şeyler var. Televizyon nihayetinde sizin oturup bitirdiğiniz bir şey değil, devamlı nefes alıyor. Seyirci bir şeye tepki veriyor, sizin tahmin etmediğiniz bir oyuncu, çok öne çıkabiliyor rolüyle. Onlara açık olmak gerekiyor ki bu da iyi bir şey.

 

İskandinav dizilerini de izleyen Deren, Killing’in ABD uyarlamasını daha çok beğenmiş.

Peki nelerden besleniyorsunuz? Ne izliyorsunuz, ne okuyorsunuz?

 

Aslında dizi yazmak demek, sabahtan akşama kadar çalışmak, boş gününüzde de dinlenmek demek. Dizi yazarlığı kendinizi çok besleyebileceğiniz bir iş kolu değil. Sinemada biraz daha az çalışıp daha çok beslenme şansınız olabilir. Benim de oldu. Çok okuyorum izliyorum. Kitap, film, tiyatro ürünleri tüketmeyi seviyorum. Ama en güzel beslenme alanı hayat tabii. Hayatı nasıl yaşadığınız çok önemli. Eğer yazarsanız, yönetmenseniz bakarak, görerek, duyarak yaşamak çok önemli.

 

Bu yıl neler var izlediğiniz?

 

Türk dizilerinden bu sene pek seyrettiğim bir şey yok. Yabancı dizileri hep takip ediyorum. Tüm Amerikan dizilerini üç beş bölüm de olsa seyrederim.

 

Kuzey dizileri furyası peki?

 

Kuzey dizilerini uyarlama furyası var aslında. Amerika’da altı tane mi ne Kuzey dizisi çevriliyor. Hepsini izliyorum. Bazılarının İskandinav versiyonları, bazılarının Amerikan versiyonları daha iyi.

 

Neyin Amerikan versiyonu daha iyi?

 

Bence Killing’in Amerikan versiyonu İskandinav versiyonundan daha iyiydi mesela. İkisini de seyrettim. İskandinav başrole çok bayılmadım Öbür oyunculuk çok kuvvetli, o yüzden Amerikan versiyonunu daha çok seviyorum. N’oldu Cinayet bu arada? Devam ediyor mu? (“Bilmiyoruz ama galiba gidici,” dedik.)

 

Senaryosunu yazdığınız, fuhuşa sürüklenen yabancı uyruklu kadınlarla ilgili diziUçurum bir fark yarattı mı?

 

İnsan hayatı kurtardı mesela. O önemli bir şey. Ama toplumsal bir bilinç yaratacak seviyede değildi. Çok popüler bir dizi yaratabilir aslında bunu. Ezel’de okumayla ilgili toplumsal bir bilinç yaratıldı.

 

Evet, dizideki kitapları sokaklarda insanların ellerinde görüyordum. Rahmetli Tuncel Kurtiz’in bir röportajında okumuştum, Ezel sırasında size Hasan Sabbah kitabı hediye etmiş. 

 

Yapacaktık da aslında. Onunla bir Hasan Sabbah projesi yapmak istiyorduk, kısmet olmadı. Uçurum da çok maceralı bir döneme denk geldi. Uçurum sonunda tehlikeli bulunan, oraları karıştırmayalım denen işlerden biri oldu. Çok rahat yayınlanan bir iş değildi sonuçta. Mesela final yapılmadan kapatıldı ki bence yanlış bir tavır. Hiçbir dizi için öyle olmamalı.

 

Kutlu karakteri nasıl çıktı Uçurum’daki?

 

Ne zamandır istiyorduk otizmli bir karakteri yazmak. Çok çalıştık üstünde ama Enis’in (Arıkan) katkısı büyüktür karakterin çıkmasında. Bir küçük sır da vereyim. Enis’in Felicia’ya evlenme teklif ettiği sanhe, benim eşime evlenme teklif ettiğim sahne aslında. Hatta sahnenin arkasında bir tahtada da yazıyor. Ben de o sahneyi yazıyor görünürken aslında evlenme teklif ettim eşime.

 

Kalp içindeki KP. Kerem, Pınar'ı Seviyor.

 

Konuşmamızın sonuna doğru ben bir şansımı deneyeceğim: Kimdi Ezel’de kapıyı çalan? Çok merak ediyorum…

 

Aslında ne kadar tuttu bilmiyorum ama tüm bunları bir hikaye gibi seyredelim amacı vardı Ezel’in sonunda. Tüm bunları sonunu bilmek zorunda olduğumuz bir dizi gibi değil de, birinin anlattığı bir hikaye gibi seyredelim istemiştik.

 

Tutmuş o amaç ama biz de Türk’üz yani, merak ediyoruz kim o diye… 

 

(Öğrenemedik.)

 
YORUMLAR



DİĞER RÖPORTAJLAR