Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
RÖPORTAJ
Beyaz camdan, romana: Ruhumun Aynası

 Ruhumuzun Aynası senaristi Zehra Çelenk bize senaryosunu ve hikayesini içtenlikle anlattı.

  

Ruhumun Aynası ile yaz aylarında, Fox TV ekranlarında tanıştık ve ne yazık ki bu güzel hikâyeye erken veda etmek zorunda kaldık. Fakat güzel haber bizi çok bekletmedi ve öğrendik ki,Ruhumun Aynası Artemis Yayınları ile birlikte roman olarak bizlere geri dönecek. Hem hikâyemizin devamını öğreneceğiz hem de yeni sürprizler ile karşılaşacağız. Biz de Ruhumun Aynası romanı ile tanışmadan evvel Zehra Çelenk ile Ruhumun Aynası, televizyon dünyası ve ekrandaki erkek merkeziyetçiliği üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

 

 Öncelikle, Ruhumun Aynası’nın çıkış noktası nedir? Gülpare ve Elçin nasıl döküldü kaleminizden?

Diziyi bundan dört-beş yıl önce tasarladım. Yola çıkış noktam otuzlu yaşlar kentli kadınına dair bir hikâye anlatmaktı. Ana karakterlerin, zıtlıklarıyla birbirini tamamlayan iki kadın olduğu bir dizi yazmak da hep aklımdaydı. Psikoloji, psikoterapi her zaman ilgimi çeken, üzerine çok okuyup düşündüğüm konulardı. Bu üçü aynı potada birleşti veRuhumun Aynası çıktı ortaya…

Ruhumun Aynası’nın roman olması sizin isteğiniz miydi, yoksa Artemis tarafından size gelen bir teklif miydi?

Teklif Artemis’ten geldi. Dizi bittikten iki-üç gün sonra bir e-mail aldım. Severek izledikleri dizinin hikâyesini romanlaştırmayı düşünüp düşünmeyeceğimi sordular. İyi bir zamanlama ve tatlı bir teklifti. Artemis de takip edip sevdiğim bir yayınevi. Severek kabul ettim.

Her seyircinin hayalidir sonunu bir türlü izleyemediği hikâyenin roman olarak karşısına gelmesi, bu nedenle kendimi şanslı sayıyorum. Siz ne hissediyorsunuz?

 

Ruhumun Aynası’nın macerasının bitmediğini hissediyordum içimde bir yerde. Hikâye kafamda akmaya devam ediyordu. Roman olmaya da yatkın bir hikâyeydi, bu açıdan da mutluyum. Bir de bir romanı diziye uyarlamak çok yaygın ama bir dizinin roman haline getirilmesi dünyada örneklerine rastlansa da bizde sanıyorum şu ana dek yapılmamış bir şey. Yeniliği severim ve işin bu kısmı da beni heyecanlandırıyor açıkçası.

 

Ruhumun Aynası ile önce beyaz camda tanıştık, şimdiyse bir kitabın satırlarında okuyacağız alıştığımız karakterleri. Bu sizi korkutuyor mu? Yani belli kalıplara konulmuş karakterlerin hali hazırda ete kemiğe bürünmüş olmasının okuyucunun hayal dünyasını kısıtlayacağını düşünüyor musunuz?

Başladığım günlerde kafa yorduğum şeylerden biri bu oldu. Artıları da eksileri de olabilecek bir durum. Bu hikâyede bunun avantajlı yönünün daha fazla işleyeceğini düşünüyorum. Roman tabii ayrı bir dünya, dili, anlatımı televizyondan farklı… Okuru kısıtlayacağını pek düşünmüyorum o açıdan, canlandırma kolaylığı hayal gücüne yeni kapılar da açabilir bakarsınız.

Peki, kitap dizinin izleyicileri için sıfırdan bir başlangıç mı olacak, yoksa başını bildiğimiz hikâyemizin devamını mı öğreneceğiz?

Kitap için ilk söyleyebileceğim, bol sürprizli olacağı! Ruhumun Aynası izleyicilerinin yanı sıra, diziyi bilmeyenlere de hitap edecek. Hikâye iyi bir yerden, olması gereken yerden başlıyordu. Dizide izlediğiniz kısım romanda da olacak bu nedenle ama hikâyenin devamı da var elbette. Ve gerçekten sürpriz olacağını düşündüğüm, tamamen romana özgü olaylar var. Önemli bir yeni karakter de var ama söylemem, sürpriz olsun!

Klasik bir sorudur aslında ama yine de sormak istiyorum; Elçin ile örtüşen yanlarınız oldu mu? Veya Gülpare’de…

Benimki de klasik bir cevap olacak ama her ikisiyle de örtüşen yanlarım var, evet. Esasen her kadının içinde bir miktar Elçinlik ve bir miktar Gülparelik bulunduğuna inanıyorum, dengeleri değişiyor sadece. Mesela farklı alanlarda da olsa, eğitimim, kadın-erkek ilişkilerinde yaşadığım ikilemlerle falan Elçin’e yakın buluyorum kendimi. Öte yandan erken yaşta TV sektörüne girmek sağ olsun, hayatı Elçin’den daha iyi tanıyan ve mücadeleci yanım da var, oralar Gülpare’ye yakın. İkisine de hiç benzemeyen yanlarım da var tabii. Kesin olan şu ki bu kadınları ve arkadaşlıklarını gerçekten çok seviyorum.

Gülpare ve Elçin arasındaki o “resmi dostluk” çok hoşuma gitmişti. Siz hayatınızda Elçin’i mi isterdiniz, yoksa Gülpare’yi mi?

O “resmi dostluk” dediğiniz şey, benim de sevdiğim bir şey, hitap şekillerinden falan bağımsız olarak. İlişkide rahatlık ve inceliğin tatlı bir bileşimini severim. Artık kritik durumlarda bile milyon tane açıklama yapman gerekmeden sürdürebildiğin, leb demeden leblebiyi anladığın/anlattığın ama özenin, şefkatin de sürdüğü bir ilişki: Benim için ideal arkadaşlık bu. Tabii bu zaman isteyen bir şey, birbirini tanımakla kazanılan güvenle alakalı ama malzeme de önemli. O anlamda ikisi de sağlam kızlar, bir de kaçan değil en nihayetinde yüzleşen karakterler, ikisini de isterdim yani hayatımda. Zaten kafamın içindeler, hayattan bile daha samimi bir yerde!

 

Kemal ve Elçin arasındaki “Ayrı dünyaların insanı” tadında bir aşk hikâyesi vardı. Sizce bunu aynı tür diğer aşk hikâyelerinden farklı kılan nedir?

Bence farklılık, karakterlerin işlenişinde… İlk bakışta gördüğümüz nedir: Güzel, iyi eğitimli, üst sınıf bir kadın ve özü sözü bir, mert, mahalleli bir ağır abi. Bunun kendisinde de bir çatışma ve kimya var fakat karakterler bundan ibaret değil. İkisi arasındaki ilişkiyi tamamen “modern kentli kadın/geleneksel, mahalleli erkek” ikilemine kilitlemek çok pratik bir yol ama dizide de romanda da bundan fazlasını yapmaya çalıştım. Elçin “tuzu kuru” görünse de dünyayla ve kendiyle sıkıntıları olan, anlamaya, değişmeye, yeniliğe açık, ruhen zengin bir karakter. Kemal de katmanları olan, tanıdıkça kendini ele veren incelikli bir karakter. Bir de Kemal’in bana göre en cazip yanı, görünürde değil, gerçekten kendine güvenen ve kendine ait bir dünyası olan bir adam oluşu. O mahalleden, aidiyetlerinden ibaret değil yani, özel bir adam.

Peki, Cengiz ve Gülpare… Onların arasında bir gelecek var mı gerçekten?

Bu cevabı vermek için sabırsızlanıyordum: Bunun cevabı romanda! :-)

Ben ekranda kadınların merkezde olduğu hikâyelerin azlığından yakınan bir seyirciyim. Haliyle Ruhumun Aynası ilaç gibi gelmişti. “Ruhumun Aynası” gibi sağlam bir kadın hikâyesi oluştururken dayanak noktanız neydi?

Ekranda kadınların merkezde olduğu hikâyelerin azlığından yakınan bir yazarım ben de. Diziler tasarlanırken kadın izleyiciye hitap etmek önemli bir ölçü oluşturuyor. Kadın karakterlerin bir ağırlığı da var fakat güçlü kadınlara çok sık rastlayamıyoruz. Sıklıkla bir nevi kurban konumunda oluyor kadın, kadın karakterler söz konusu olunca acı, gözyaşı ve şiddet hiç eksik olmuyor. Güçlü, yaşayan, yüzleşen, yeri geldiğinde ağlayan ama daha sık ve dolu dolu da gülen, dik ve hayatının sahibi ya da hayatına sahip çıkmaya çalışan kadınları yazmak istedim…

Genel bir kanı var “Kadınlar erkeklerin yanına muhakkak yakışmak durumundalar,” diye. Televizyondaki erkek merkeziyetçiliğinin bir getirisi. Hatta öyle ki, bazen projeden önce starlar belli oluyor ve proje onlara göre şekil alıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Aslında tersinden bakarak, televizyondaki bu erkek merkezliliğin halen toplumdaki erkek merkezlilikten kaynaklandığını, ondan beslendiğini söylemek çok mümkün. Çünkü dizilerdeki kadın ve erkek karakterler salt dizilere özgü bir tercihi yansıtmıyor; toplumsal cinsiyetin ağır belirleyiciliği altında en ‘cazip’ görünen kadınlık ve erkeklik anlatısından besleniyor. Bu da şöyle ironik bir tablo çıkarıyor ortaya: Kadın izleyici temel alınarak, kadının yaşamak istediği, yaşamayı hayal ettiği hikâyeler kurulmaya çalışılıyor. Fakat bu hikayeler de çoğunlukla, hikayelerden star tercihlerine dek erkek merkezli. Bu çok keskin ve sert bir durum değil elbette, her zaman kırılma, müzakere olasılıklarını da kendi içinde barındırıyor. O yüzden zaman zaman farklı örneklere rastlayabiliyoruz.

Ekrandaki “Erkek merkeziyetçiliği”nden girmişken, oradan devam edelim istiyorum. Yine şöyle bir algı var ki; “komedi sadece ve sadece erkek tekelinde olan bir şeydir, erkekler komiktir.” şeklinde. Ruhumun Aynası bu algıyı da kırdı. Kadın karakterlerin de komedinin ana unsuru olabileceğini gösterdiniz ve sizin bu konudaki düşüncenizi merak ediyorum.

Öncelikle çok teşekkürler bu güzel yorumunuz için. Mizah, hatta genel olarak diyelim, “akıl işleri” bizde halen adı konmasa da erkeğin dünyasına has sayıldığı için böyle bir durum var gerçekten. Kadınlara gerçek hayatta da, kurmaca alanında da daha çok “duygu” alanına giren işler yakıştırılıyor. Dizilerde de çoğunlukla kadın karakterlerin payına işin duygusal kısmı düşüyor. Gerçekte durum böyle mi peki? Hem kadın yazarlarca yazılan başarılı komedi dizilerine hem de çok başarılı yazılıp oynanmış kadın komedi karakterlerine bakınca bunun önyargıdan başka bir şey olmadığını görüyoruz bence.

Ruhumun Aynası hem bir kadın hikâyesiydi, hem de nispeten tutucu bir mahallede geçiyordu. Bu dengeyi kurmak sizin için zor olmadı mı?

Çatışmayı ve dizinin temel meselesini güçlendirmesi açısından hiç de zor olmadı, hatta aksine bilinçli bir seçimdi bu. Türkiye’de kendi ayakları üzerinde durabilen kentli kadının şehir değiştirmeyi bırak aynı şehrin farklı bir semtine gittiğinde bile karşılaşabileceği ikilemler bunlar. Kendi hayatında, kendi ilişkilerinde de hiç ummadığı anlarda yaşayabiliyor her kadın bu çelişkili durumları. Mesela Elçin gibi, gerçekten korunaklı bir ortamda, çok şanslı koşullarda yetişmiş bir kadın bile otuz beşine geldiğinde bekâr olmayı toplumsal açıdan bir sıkıntı olarak yaşayabiliyor. Sırf bizde değil, dünyada da yaşanan kadınlık durumları bunlar. Ama bizde bu zıtlıklar daha güçlü ve güncelliğini koruyor, daha şiddetli hissediliyor. Ruhumun Aynası’nın önemli bir meydan okuması da bence psikiyatri, psikoterapi gibi toplumun geniş bir kesimine halen kısmen yabancı kavramları mahalle kültürüne taşımaktı. Bu konuda Tayfun Atay çok güzel bir yazı yazdı.

Mahalle hikâyelerini kurgulamak daha zordur bence, hepimiz aşina olduğumuz için hep bildiğimiz o doğallığı ararız. Siz bunu yakalamak için bir araştırma yaptınız mı, yoksa zaten mahalle çocuğu muydunuz?

Kendime kişisel yapı itibariyle “mahalle çocuğu” demem çok zor. Öğretmen çocuğuyum ve evet özellikle dokuz-on yaşıma kadar gerçekten sıcak ilişkilerin hüküm sürdüğü, şirin bir mahalle ortamında yaşadım. Fakat çocukken tam bir kitap kurdu, sürekli okuyan yazan bir tiptim, hani dürtüklenip “kızım git biraz yaşıtlarınla oyna” denen cinsten. Gerçi on altı-on yedi yaşımdan sonra da eve girmez oldum, o ayrı! Çocukken pek fazla oyun oynayıp sokağa karışmamış olsam da o dönemdeki gözlemlerimin çok faydasını görüyorum tabii. 70’lerin ikinci yarısında doğmuş olmamın, her anlamda çok hızlı değişimlerin yaşandığı bir zaman dilimine denk gelmenin de bir yazar için paha biçilemez olduğunu düşünüyorum bu arada. Mahalle meselesine dönersek, evet mahalle ortamını biliyorum, esasında Türkiye’de bunu bilmemek de mümkün değil. Şu anda da bir “mahalle”de yaşıyorum mesela, dizilerimizin favori mekânlarından birinde, Üsküdar, Salacak’ta. Terzinin torununun da halen aynı pasajda terzi olduğu bir yer. Karşımızda köşkler var ama evin önünden simitçi ve eskici geçiyor. Buraya taşındığımdan beri kendimi sık sık bir yerli dizi setinde gibi hissediyorum. Bu da şunun kanıtı aslında: Dizisel gerçeklik bazen gerçekten daha gerçek olabiliyor! Gerçek hayat deneyimlerimiz kadar en az, izlediklerimizden de besleniyoruz yazarken. Yeşilçam’dan ve sonrasında yerli dizilerden hepimizin bildiği bir “mahalle” var, “mahalle dizisi” diye bir tür bile var yani işte bizde…

Kâğıt üzerinde kurguladığınız hikâyenin ekrandaki yansıması sizi memnun etmiş miydi? Hikâyenizle ekranda karşılaştığınızda ne hissettiniz?

Bu proje yapımcıdan oyunculara, okuyan herkesin çok inandığı ve severek yer aldığı bir proje oldu. Bu talihli yanıydı fakat yayın zamanlamasından başlayarak türlü talihsizlikle de karşılaştı. Sonuç olarak erken finaline rağmen yapmaktan gurur duyduğum, sevgiyle anacağım bir iş. Yolculuğunun roman olarak devam etmesi de hikâyenin ‘doğruluğunun’ bir göstergesi… Hikâyeyle ekranda karşılaşma meselesini ise bu dizi özelinde değil de genel olarak anlatayım. Üniversite son sınıftan beri TV sektöründeyim ve bunca yıllık deneyim insanın yazdığıyla arasına bir mesafe koymasını sağlıyor. Öyle olmasa bizim işlerde kalp ve hayal kırıklığından ölebilirsiniz, cidden. Bu mesafeyi koymakbir yere kadar işin doğası açısından da gerekli, TV ve sinema kollektif işler. Yapımdan oyuna, rejiye ve montaja uzanan süreçte kendi tasarladığınız, hayal ettiğiniz dünyayla ortaya çıkan arasında irili ufaklı farklılıklar olabiliyor. Etkileşim de söz konusu aynı zamanda, elde iyi bir senaryo varsa, bir süre sonra oyuncunun senaryodan beslendiği gibi yazar da oyuncudan beslenmeye başlar mesela, hele de komedide, ideal olan bu. Bizde dünyadakinden farklı ve dezavantajlı olan kısım, sektörel koşullar. Bana göre başarıda temel ölçüt, bu koşullara rağmen oyuncunun da, rejinin de öncelikle ‘hikâyeye’ hizmet etmesi. Oradaki duyguya, komediye, meseleye, eksene sadık kalmak ve sonra onun üstüne de beraberce bir şeyler koyarak, o etkileşimle ilerlemek. O uyum yakalandığında işte o sihir dediğimiz şey çıkıyor ortaya. Hele bizdeki koşullar düşünülünce mucize gibi bir şey o sihir ama oldu mu da tadından yenmiyor.

Türk dizileri şimdiki zamanı ve geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’de dizi sektörü seyirciyle etkileşiminden, her sezon üretilen dizi miktarına ve dizi ihracatına her açıdan büyük bir sektör. Yalpalamalara, krizlere rağmen de yoluna devam eden dev bir çağdaş masal yaratığı adeta. Her sektörde süreklilik ve aktarım esastır, genel olarak sektörel deneyim arttıkça kalite de artar. Bizde artmıyor mu? Artıyor tabii. Son on yılda dizilerde bir kalite artışı söz konusu belli açılardan. Fakat bunun önünde bazı ciddi engeller var. En önemlisi dizi süreleri ve bununla bağlantılı çalışma koşulları, ikincisi bunca paranın döndüğü bir sektörün büyük kısmında işlerin halen el yordamıyla yürütülüyor olması. Üçüncüsü de reyting sisteminin sürgit sorunları üstüne yeni sistemin yarattığı yeni kafa karışıklığı ve kriz. Bence sektörün geleceği bu sorunlarla çok ilgili... Bunlara rağmen arada bir iyi işler çıkabildiğini düşünürsek bunlar aşıldığında çok daha parlak sonuçlarla karşılaşabileceğimiz de bir gerçek.

 

Sizin favori televizyon diziniz nedir? Yerli ve yabancı olarak…

O kadar çok var ki, yeni, eski… Hiç eskimeyen Friends mesela. Çocukken Mavi Ay’ı (Moonlighting) çok severdim. Yakın zamandan Dr. House, Breaking Bad halen süren The Good Wife, Mad Men favorilerim. Bayıldığım İskandinav polisiyelerini, özellikleForbrydelsen (The Killing)’i atlamayayım. Çok sevdiğim mini dizileri, mesela tüm zamanların en iyilerinden 1995 BBC yapımı Aşk ve Gurur (Pride and Prejudice)’i, Mildred Pierce’i, yenilerden Sherlock’u, Broadchurch’u, Happy Valley’i anmak isterim. Bunlar sadece ilk aklıma gelenler… Çok sevdiğim yerli diziler de var, mesela Şaşıfelek Çıkmazı. Farklı açılardan sektöre önemli yenilikler getiren Asmalı Konak, Muhteşem Yüzyıl, farklılığıyla Ezel gibi dizileri önemli buluyorum. Hatırla Sevgili gibi özenli dönem işleri… Şu anda MedCezir’i severek izliyorum, en yenilerden de Benim Adım Gültepe’yi çok beğeniyorum.

Peki, “guilty pleasure” olarak tanımladığınız bir dizi var mı izlediğiniz?

Bu konuda Elçin Yahşi’nin Ekranella’yla ilgili bir röportajda söylediği çok sevdiğim bir söz var: “Hayatım guilty pleasure!” Çocukluktan beri edebiyatta “tür edebiyatı”na da sevgim oldu. Sahaflarda bulduğum müstear isimli polisiyelerle Savaş ve Barış’ı üst üste okurdum. Televizyonda da durum değişmiyor, bir dünya kendi içinde iyi kurulmuşsa, cazipse her zaman büyüsüne kapılabilirim ve bundan da suçluluk duymam. Yazarken de öyle aslında, yazılış teknikleri ve süreçleri tabii farklı ama roman yazmakla TV senaryosu yazmak arasında yaptığımı ciddiye alma bakımından bir fark yok benim için. Sadece tercih olarak içinde belli bir zekâ, mizah barındıran işleri daha çok seviyorum, türü ne olursa olsun.

Son olarak; okuyucular neler beklemeli Ruhumun Aynası romanından?

Diziyi sevenler için, hikâyenin hem devamı hem de “görünmeyen” kısmı. Diziyi bilmeyenler içinse hem tanıdık, hem yepyeni bir dünya. Her iki tür okur için de sürprizli, renkli, komik, aşk dolu ve âşık olunacak bir hikâye. Benim temennim bu yönde en azından.

YORUMLAR



DİĞER RÖPORTAJLAR