Okuması izlemesinden daha heyecanlı!
logo logo logo logo logo
Bu sitede yer alan yazılardan yazarların kendisi sorumludur.
Referans vermeden kullanmayınız.
ÖZEL
Azimli Bay Arduç

“Hep aman şımarmasınlar mottosuyla büyüdük. Öyle bir korku vardı ailemde ama katı, despot değillerdi. Hiçbir şeyden eksik kalmadık.”

Bir “anneci” durumum var

Bu hayran kitlesinin kimi yaş grupları enteresan tepkiler veriyor. Dizi çekimi sırasında oturduğu bankı öpenler oluyormuş. “O bank da Yenibosna’da biliyor musun?” diye başlıyor: “Nereden geldin diye soruyorum, Beykoz diyor. Şehir dışından gelen var. Bazen yorulduğum oluyor hakikaten. 200 kişiyle selfie çektirmek düşüncesi zorlayabiliyor ama şu detay geliyor aklıma: Kalkıp Bursa’dan Yenibosna’ya geliyor! Ne için geliyor? Sevmiş işte. O yüzden mümkün olduğunda 400 kişiyle de selfie çektiriyorum. Çok yorucu, evet ama bazen de kabul etmek gerekiyor bu durumu.”

Kısa bir hikayesini geçelim Barış Arduç’un, bilmeyenler için. Emlakçı bir babayla tekstille uğraşan bir annenin çocuğu olarak, İsviçre’de doğuyor. Dedesi çalışmak için gurbete giden ilk nesillerden. Bir abisi, bir de kardeşi olan Barış, ilkokula başlayacağı sırada Türkiye’ye dönüş kararı alınıyor. Abisiyle beraber, aileden önce geliyor memlekete. Eşini yeni kaybeden, iki kızı olan halasının yanına Sakarya’ya yerleşiyorlar. Daha sonra Gölcük ve deprem. Bu kez istikamet Bolu. Sonra Düzce depremi. İstanbul’a anne ve babası boşandıktan sonra geliyorlar. Annesiyle yaşamaya başlıyor Arduç. O günden beri de İstanbul’da.

Abisi gayrimenkul işiyle uğraşıyor, kardeşi de Spor Akademisi’ne hazırlanıyor. Anne-babası ayrı ama medeni şekilde görüşüyorlarmış. “Anne mi, baba mı?” diye sorunca nazik bir cevap alıyorum: “Annemle büyüdüm. Bir de erkek daha kolay ayakta durabilir, kadın biraz daha desteğe ihtiyaç duyabilir diye düşünüyoruz ya... Aslında kadınlar bence erkeklere göre daha güçlü varlıklar. Becerebilme yeteneklerinin her konuda daha fazla olduğuna inanıyorum. Bir anneci olma durumu var.”

Seni ben unutmak istemedim ki…

İsviçre’den Türkiye’ye gelirken yanında kültürel miras olarak ne getirdiğini soruyorum. Ufak yaşta öğrendiği Almancayı, Türkiye’ye ısınma döneminde unutmasına hayıflanıyor: “Kültür şoku yaşıyorsunuz, büyük bir çatışmanın içine giriyorsunuz; eğitim sisteminden tut, günlük sosyal faaliyetlere kadar her şey çok başka. İsviçre ve Türkiye, iyi kötü diye kıyaslamayacağım şu an ama hakikaten başka. O yaşta, o kültür farklılığıyla savaşırken, bir de sınıfta seninle aynı dili konuşmayan 30 kişi var. Dolayısıyla sahip olduğun Almanca için beynin bir şekilde ‘at şunu, at at at!’ diyor. Kendime attığım belki de en büyük kazıktır. Halihazırda böyle biraz bakınca şunu hatırlıyor gibiyim, bu ne demekti diyorum. Biraz vakit bulsam aslında diziden, hem İngilizceyi biraz daha parlatmak hem de şu bilinçaltında duran Almancayı canlandırmak için bir Berlin, sonra Los Angeles ya da İngiltere gibi planlarım var.”

Dergimizin yayın yönetmeni Okan Can Yantır sağ olsun, bana hep günümüz jönleriyle söyleşi fırsatı tanıdığı için, bu Los Angeles’a gitme fikrini oyuncuların çoğundan duyar oldum. “Refah seviyesi yükselince buradan kaçma isteği mi geliyor, yoksa şöhret mi bunaltıyor?” diye giriyorum lafa. “Durumdan şikayet değil de misal, ben şimdi Türkiye’nin herhangi bir yerine tatile gitmeye kalksam tanınmamam biraz zor. Bazen kendi başınıza kalmak, kimsenin tanımadığı bir coğrafyada olmak istiyorsunuz. Buna ihtiyaç duyuyorsunuz. Terapi gibi bir şey. Gidip üç-beş yıl bir yerde yaşayacağımı zannetmiyorum. Çünkü ben yaşadığım ülkeyi de, İstanbul’u da çok seviyorum. Beyoğlu’nu, Galata’yı, Eminönü’nü, Etiler’i, Caddebostan’ı; sadece orası değil, İzmir’i de...” diyor.

İzmir’i hiç sevmeyen biri olarak son bir-iki senede bu şehre ısındığını belirtme ihtiyacı hissediyor. “İzmir milliyetçiliği”nin onda biraz ters teptiğini ama gidip görünce şehri çok beğendiğini anlatıyor.

1 2 3 4 5

06/04/2016 15:24
YORUMLAR




DİĞER HABERLER